Aşkım, Katilim

Boğazıma bıçağı dayadığında artık kabulleniş safhasındaydım. Beynim içerilerde bir yerde deli gibi haykırırken ben ve ruhum son derece sakindik. Mevsimlerden kıştı, hava çok soğuktu. Katilim camları açmıştı kar öyle güzel yağıyordu ki. Camın altında yattığım için tüm vücudum soğuğu hissediyordu ve küçük kar zerrecikleri yüzüme çarpıyordu.

Karın yağışını seyrederken, bileklerimden damla damla kanlar akıyordu. Bu ortamı tamamlayan Puccinni aryaları ise tam bir zevk doruğuydu. Kurtulma şansım veya ayağa kalkma şansım yoktu. Üşümeye ve uyuklamaya başlamıştım, o an ellerini vücudumda hissettim ve ürperdim.

Ölmeden bir hafta öncesi… Hayatımda normal olan şeylerin sayısı çok azdı, delirme noktasında normalden her geçen gün biraz daha uzaklaşıyordum. Bunun bilincinde olmak ve bunu engelleyememek nasıl bir şeydi, bir türlü bu noktayı anlayamıyordum. Dışarıya karşı mütevazi görünen ve hiç bir falso vermeyen standart bir öğretim görevlisiydim. Edebiyat bölümünde, diğer öğretim görevlilerinin haklı olarak fazlaca haz etmedikleri bir kadındım. Çok konuşmayan, gülmeyen, bir yerlere gelmek için habire ödün vermeyen, sıradan düz biri işte…

Dışarıdan görünen bu süklüm püklüm yapımım ardında, aslında iki ruhlu bir kadın yatıyordu. Bu kadın geceleri bukalemun oluyordu. Adeta kurt adam filmlerinde ki gibiydim. Giyim tarzımdan, neredeyse kekemeye varan günlük konuşmam tamamen ortadan kalkıp, cüretkar giyinen, vurgulu ve şuh tonda konuşan birine dönüşüyordum. Her gece başka başka mekanlara gidip, gecenin sonunda sabahın ilk ışıklarında bazen kiminle uyandığımı bile hatırlamayacak kadar kendimden geçiyordum. Geceyi ve bedenleri tüketip, evime yollandığımda, acımasızca kendime güvenimin doruklarına çıkıp içimden delice kahkahalar atıyor fakat kısa süre sonrada yatakta kıvrılıp yatarken tüm yaşadıklarımın kötü bir düş olmasını, sabah tüm bu pisliklerin gerçekte olmadığını farzederek uyanıp mutlu ve defosuz bir insan olarak uyanmayı diliyordum.

Bazı şeylerin olmayacağını bilip de, takıntılı bir vaziyette sürekli istemelerin girdaplarına yakalanan birinin istekleriydi bunlar. Bunun nereye kadar böyle gideceğini ve günün birinde şansımı nereye kadar zorlayıp, o bilinmezlik ve beni heyecanlandıran korku kapılarının ardından, bir gün nasıl bir felaket çıkacağını, bir yandan düşünüp öte yandan koşulsuz bir kabullenişle yaşayıp gidiyordum.

Hayatım ve yaradılışımın tek unsuru korkmak ve heyecanlanmaktı sanki. Bunun dışında günün bitmesi ve gecenin elini karanlığa vermesi ve benim sevgili gecemin başlaması, gerçek benle tüm gecenin tadını çıkarmak, tüm günün hedefiydi benim için. O gecelerden birinde, bir adam gördüm. Sürekli bana bakıyordu ve garip görünüşlüydü. Benim için bile garip görünüşlüydü, adamda farklı bir şey vardı..

Bunu birazdan anlayacaktım…

Yanıma geldiğinde aslında garip olan şeyin yüzünden kaynaklandığını anladım. Yüzü bir maske gibiydi. Çocuksu yüz hatlarına sahipti ama yine de korkutucu bir ifadesi vardı. Çocuk yüzü gibi olan bir yüzde ne korkuturdu ki insanı? Tabi ki gözler… Onlar korkunç buz camları gibiydi, içlerinin siyahlığı ise kör kuyuları andırıyordu. Sizle göz teması kurduktan sonra, onlara bakmak yerine onlardan rahatsız olup başka bir yere bakışlarınızı yönlendirme ihtiyacı hissediyordunuz. Ama insanı ne çekiyordu, işte onu söylemek zordu. Sanırım devatkar olması ve korkunç soğukluğuna kendimi kaptırmam ve onun gizemine ortak olmayı istemem…

“Ne içiyorsun”? dediğinde sesindeki monotonluk dikkatimi çekti. Sanki banttan biri konuşuyor gibiydi ve bant olduğu birazdan anlaşılacak gibiydi. “Hiç, bira” dedim ve ekledim: “Bana katılın lütfen”. Bundan sonra artık hayatımın onun ellerinde olduğunu ve sonum için tek belirleyici insan olduğunu bilsem yine bana eşlik etmesini ister miydim? Bilmiyorum gerçekten…

Bardan birlikte çıktık, konuşmuyorduk, sadece öylece yürüyorduk. Hava oldukça soğuktu, ikimizde çok ince giyinmemize rağmen üşümüyorduk. “Değişik bir yere gitmek ister misin” deyince aslında biraz ürperdim ama bu noktadan sonra dönemezdim ve “Evet, götür, senin hikayen neymiş” dedim. Arabasına bindik yaklaşık bir saat kadar gittik ve şehrin dışında kalan hastanenin birinin otaparkına geldik. Bir saat boyunca arabada yine hiç konuşmamıştık. Sert bir sesle: “İn” dedi. İşte sınıra yakın olmak, uçuruma bir adım daha yaklaşırken mutluluğu duymak böyle bir şeydi. Sesindeki tonlama  ve benim uymam gereken şey ya da şeyler benim için mutluluk vericiydi. Kendimin ve her şeyin bir adım ötesine geçmek gibiydi. Sıradan hayatın sonu ve kötülüklerin efendisinin geçiş izniydi ve ben de sanırım bir şeylere hazırdım.

Hastanenin arka kapısından morga doğru yöneldik. Yürürken bacaklarım titriyordu, başıma gelecekler çok kötü olabilirdi ve ben hangi akılla bu korku girdabının içinde ilerliyordum. Yavaş yavaş morgdan içeri girdiğimizde, ellerim titremeye başladı, tırnaklarım korkudan ve gelmekte olan şoktan dolayı morarmaya başladı. İçimden: “ne güzel” dedim, “Bu ortama uyum sağlıyorum ve birazdan buranın bir parçası olacağım.”

Adam ölülerin bulunduğu çekmecelerden birini çekti “Bu gün geldi, kalp krizi geçirmiş, yaşı kırk güzel bir kadın bu yaşta ölmesi büyük bir hata, gün içinde onu yalnız bırakmıyorum, sık sık ziyaretine geliyorum” dedi. Sonra bir dolaba yöneldi ve bir fotoğraf makinası çıkardı ve bana” soyun ve yanına uzan dedi.”

“Ne? Ne çeşit bir manyaksın sen, bu kadarı fazla gidiyorum ben” dedim.

Kolumdan sertçe yakaladı ve: “Ne bekliyordun ? Seni burada doğramamı veya sana kötü şeyler yapmamamı mı? Sadece deneyimlemek ve yaşadıklarının bir adım ötesine geçmek, asıl isteklerin bunlar değil mi! Bunlar sıradan ve basit şeyler olabilir mi, bizler artık öte tarafa geçmiş insanlarız, normalden ne kadar uzak olduğunu anlamam çok mu zor sanıyorsun, kaç kişi senin gibi gecenin bir yarısı bir adamla morga gelir, şimdi sus ve soyun” dedi.

Üstümdekileri çıkardım, vücudum tir tir titriyordu, miğdeme kramplar giriyordu, morgun soğukluğu ve titremem iyice kötüleşmiştim… Fotoğraf makinasını eline aldı ve benim, 40 yaşlarında kaplten ölen kadının yanına kıvrılmamı istedi. İstediğini yaptım ve ölünün yanına kıvrıldım. Gözlerimi kapadım ve ölen kadının kokusunu duydum. Ne kadar masumca yatıyordu, sanki tüm dertleri o noktada bitmişti ve mutlak bir dinginlik içindeydi. O fotoğraflarımızı çekerken bende ölü kadını inceliyordum. Ölümden ne çok korkutulmuşuz, ne çok safsata söylemişiz ve inanmışız. Halbuki ölüm nasıl bir sır böyle, nasıl bir gizem ve bu kız şimdi nerde acaba? Tam bunları düşünürken sertçe: “Tamam işim bitti, giyinebilirsin” dedi. Giyindim. Kıza son bir kez daha baktım ve içimden veda ettim.

“Ölüm kafanı mı kurcalıyor” dedi? “Evet, ölüm bende hep merak uyandırır, seçme şansı olanlara hayranlık duymuşumdur. İsteyerek doğmadım ama, isteyerek ölmek ve seçimin kişinin elinde olması büyük bir güç bence” dedim. “Tüm bunların dışında, ölüm anında gördüğün ilk şey ve gittiğin yer ve ruhunu oraya teslim etmek, belkide asıl ait olman gereken yer orası, burası sadece bir yanılsama, zaten oradaymışız gibi geliyor bana zaman zaman, sen ne dersin? “Bu güne kadar hep bunu arayan ve umut eden birilerinin varlığını aramakla zaman kaybettim. Bence, sen bu deneyime çoktan hazırsın. Burda kalman için açıkçası sende insani veya yaşama ait en ufak bir şey görmüyorum. Yaşamsal isteklerin ve arzuların kalmamış, seni korkutan veya çekindiğin bir durum yok. Adını bile bilmediğin biriyle, sırf daha fazla korkmak için kalkıp buralara geliyorsun. Korku deneyimlemek ve heyecan, yarın bir gün çok fazla bedenini ve ruhunu acıtacak korkunç insanlarla bir araya geleceksin ve o zaman o anlarda çoktan ölmüş olmakla birlikte, fiziksel olarak kaldığın için ölmeyi deli gibi isteyeceksin. Bunun olması senin gibi biri için çok uzak bir ihtimal değil”

“Sence bizlerin hiç mi kurtuluşu yok?” dedim. “Var. Güzel bir ölüm” dedi ve ekledi: “Bunu bitirmek istediğin zaman beni ara sana yardımcı olurum”.

Cebinden bir kağıt çıkarıp uzattı, üzerinde el yazısıyla yazılmış telefon ve adres vardı. Dikkatimi çeken ayrıntı ise bu notun daha önceden fotokopiyle çoğaltılmış olmasıydı. O adamın yanından ayrıldıktan sonraki hafta hep ölümü, ölümümü düşündüm. Hayata beni bağlamayan sebepleri, hiçlikleri ve korkunç yanlarımı ve bunları örtmek için verdiğim mücadelelerle, aslında nasıl gün be gün tükendiğimi düşündüm. Ben doğduğum günden beri yalnızdım ve hayatıma güzellik ve sevgi katacağım yerde dinamiti en temele yerleştirip korkulara, heyecanlara ve kötü olanlara yönelip kendi imhamı belki de kendi varoluşumu yeniden düzenlemiştim. Bu düzenleme içinde ilerlerken mutlu olduğum anlar çok azdı, hatta yoktu. Bu noktada bu adamın benim hayatımı sonlandırmasında bir sorun yoktu ve ölümün kucağı bana sıcak geliyordu. Kıvrılıp bu kucakta uyuyacaktım. Nasıl bir boşlukta dans edecektim ve ne halt edecektim şimdi bunları düşünüp heyecanlanmak istemiyordum.

Verdiği adrese ulaştığımda saat 10 civarlarındaydı. İzbe bir muhitti sanki burası onun evi değil de, gizli dünyasını doyasıya yaşadığı bir mabet hissi uyandırdı bende. Zili çaldım, delikten baktığını hissettim ve kapıyı açtı, kabaca: “Gir” dedi. Evden içeri girdiğimde ağır bir küf kokusu hissettim. İçerisi sandığımdan düzenliydi. Saçma sapan, dehşet karelerini andıracak bir şey yoktu. Mütevazi bir evdi.

“Kararını verdiğine göre, fazla uzatmaya gerek yok. Bu deyiminde, öte taraf varsa ya da neyse oraya direk hemen mi bir hızlı gidiş, yoksa sindire sindire yavaş, algın açık bir şekilde mi istersin” ? dedi. “Kararımdan önce bir şey sormama izin verir misin?” dedim. “Konuşmaları zaman kaybı gibi görmekle birlikte, “evet, hızlıca alayım neyi merak ettiğini”
“Daha önce kaç kişiyi öldürdün ve benim gibi kendini öldürmek isteyen oldu mu hiç?”

“Bu skor sorusunu geçiyorum. Gerçekten seni şaşırtmak ve ilk kez sen geldin demek isterdim ama gecenin öteki yüzüne geçmiş ve ruhlarını satmış bizler için, sen kendi hayatını sonlandırmak isteğiyle en masum kalanlardansın, diğer seçenek sunanları duymak istemeyeceğini eminim, en azından şu anın bozmamak için” dedi.

Bana uzun gelen bir sessizilk oldu. Dudaklarımı ıssırıyordum ve düşünüyordum hazır mıydım? Sanırım, evet, hazırdım. Her şeye hazırdım. Bu ölüm denen yok oluş mu, var oluş mu onu görmek ve oraya ait olmak istiyordum. Biliyordum en güvenli yer benim için orasıydı..Bir annenin çocuğunu kucağına alıp sıkı sıkaya sarılıp kucaklaması gibi ait olduğum aslında hiç dönmemem gereken yer orasıydı benim için.

” Hazırım başlayalım ” dedim…

Çok güzel bir opera çalıyordu. İsmini sorduğumda Puccini dedi. Bir yandan elindeki iğneye bir ilaç çekiyordu.
” Bu iğne acılarını azaltıp, daha uzun dayanma şansı verecek ve olayları an ve an farkına varacaksın “dedi. Kendi infazımı yine kendimle seyredecektim, aslında çokta önemsemedim.
Morgda bulunan demir masalar gibi olan bir masaya yatırdı beni. Eline bir bıçak alıp önce sağ bileğime bir kesik attı, sonra da sol bileğime. Bu kesikleri yaparken bana yapmış olduğu iğnenin etkisiyle hiç bir şey hissetmedim. Bileklerime baktım, kanlar akmaya başlamıştı. Beyaz tenimle uyumlu kıp kırmızı kan tanelerim. “Seni kendinle bırakmak istiyorum, sonra geleceğim” dedi. Havanın soğukluğunu hissetmeye başlamıştım, düşüncelerim yavaş yavaş beynimin içerisinden çekilip bir yerlere saklanmaya başlamışlardı. Acı hissetmiyordum. bir yerden düşüşe benzeyen bir his geliyordu içime. İçimden bir çocuk haykırmaya başladı.
Lütfen, lütfen bırakma beni, korkuyorum diye bağırıyordu.. Hiç tanımadığım bir çocuktu ve yorgundum onu hatırlamak için uğraş vermek istemiyordum. Hayatımda önemsenecek ve sığınacak anları koştura koştura arıyordum, her yeri kaldırıp indiriyordum. Belli belirsiz sislerin içinde gülen bir kadın yüzü vardı sadece biraz onu hatırlayınca bir sızı oldu. Sızı ufakken her yerime dağılmaya başladı ve acıyı o an hissettim.

Hayatımı kaybetme acısı ama yapacak bir şey yoktu. Birden kapı açıldı ve girdi elinde bir bıçak vardı.

Son anlarım…

Boğazıma bıçağı dayadığında artık kabulleniş safhasındaydım. Beynim içerilerde bir yerde deli gibi haykırırken ben ve ruhum “biz” son derece sakindik. Mevsimlerden kıştı, hava çok soğuktu. Katilim camları açmıştı kar öyle güzel yağıyordu ki. Camın altında yattığım için tüm vücudum soğuğu hissediyordu ve küçük kar zerrecikleri yüzüme çarpıyordu.. Ellerini vücudumda hissettiğimde ise heyecanlandım, ölmekte olan ben bu dokunuşlardan hoşlanmıştım ama onun gözlerine baktığımda ise yine kaskatı kesildim. Karşımda duran bu adam bana bir deneyim yaşatmaktan çok kendi yaşaması gerekenleri çok iyi bilen acımasız bir katildi ve olayda insani bir boyut yoktu.

İçimde bir yerlerde bir noktada o kadar kötü olmadığımı hissediyordum. ve o nokta vücdudumdan akan kanlarla birlikte his olarak daha yüzeye çıkıyordu ve ağlıyordu sanki bana. Fazla konuşacak gücüm yoktu ama yine de ona” Kurtar beni” diye inledim..

“Hazır değilim” dedim. “Konuştukça yorulacaksın ve acı çekeceksin bu yüzden sus ve ölümüm büyüsünü bozma, bak vücut ısında düşmeye başladı, nabzın ne kadar zayıf atıyor, ellerimi alıp bedenimde gezdirdi. Hisset bak, bedenin az sonra katılaşacak, bu mis gibi kokan tenin daha sonra vücudundan çıkan gazlar yüzünden kötü kokacak. Eğilip dudaklarımdan öptü, bu güzel kırmızı dudaklar, kanın çeklince morarıp incelecek ne yazık ki” dedi

Dakikalar önceki rahatlık ve netlik korku ve panik dalgasına dönüşmüştü. Ölmek istemiyordum. Burdan kurtulmak ve yeni bir güne başlamak istiyordum. Seçim şansım yoktu, büyük bir risk almıştım ve bunu en başından beri biliyordum. Bilmediğim şey ise kendimdi. Hala bir kırıntı taşımak ve hala insan olmaya, dönüşmeye şansım olması ne acıydı! Bunu ölürken mi hissetmeliydim? Hiç başka bir an dilimi olmadı mı bu hayatta bunu hissetmek için?

Bıçağı şah damarımın üstüne koydu. “Şu bölümü dikkatle dinle dedi (Puccinni çalıyordu), kadının sesindeki acizliğin ve aryanın en üst doruğundaki bölüm, işte burası. Kadın neden ağlıyor biliyor musun” ?

“Dünya nimetlerinin hepsini tatmış ama aşkı tatmamış ve şu an o da senin gibi ölüyor ve tek derdi aşkı tatmadan gitmek” dedi. “Ne acı” deyip gülümsedi ve şah damarımı kesti. Kendi kanımın sıcaklığını vücudumda hissediyordum, belli belirsiz bir yanma ve acı vardı. Sesler ve görüntüler hakimiyetini kaybediyordu. Onun saçlarımı okşadığını ya düşlüyordum ya da gerçekti kestiremiyorum. Şimdi bir kadının kollarındaydım. Kollarındaki güven ve kadının kokusunu tanıyordum ve bana iyi geliyordu, sanki oraya aittim..

“Kadın, hoş geldin dünyama bebeğim hoş geldin” dedi.

Bilge Çakır

Konuk Yazar
Konuk Yazarhttp://www.felsefehayat.net
Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız makalelerinizi themetallords@hotmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır.

2 YORUMLAR

  1. Bu hanim coklukisilik bozukugu mu?cok sacma ve igrenc bir hikaye..Bu tarz bicok kadinin hezeyanlarini maceralarini okuduk zaten.Ne kadar uzun ve bos,edebi degeri de zayif bir yazi.Fransz kadinlarinin her geceki.hayati gibi..Tema ne anlasilmiyor,amac ne bu sacmalikta.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

DİĞER YAZILAR