Gerçekliğin Üç Boyutu

Gerçeklik üzerine en kadim dönemden beri çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Genelde ‘Gerçek’: İnsan bilincinden bağımsız, somut ve nesnel olarak varolan her şey, olarak tanımlanır. Fakat insan bilincinden bağımsız herhangi bir şey olabilir mi? Çevremizi bilincimizle algılıyoruz ama aynı zamanda algıladıklarımızı, farkına bile varmadan bilinçaltı etkilerle yorumluyoruz. 

Gerçeklik tek ve mutlak değildir. Gerçekliğin 3 boyutu vardır. 1) Kişisel gerçeklik, 2) Toplumsal gerçeklik, 3) Bilimsel gerçeklik. Kişisel gerçeklik de iki boyutludur: a) Duyusal gerçeklik, b) Duygusal gerçeklik. Dış dünyayı duyu organlarımızla algılasak da, algıladıklarımızı varsayımlarımızla yorumluyor hatta değiştiriyoruz. Aynı olayı gözleyen iki kişi farklı duygulara sahip olduklarından, farklı şekilde yorumlayabilirler. Şu halde dış gerçeklik iç gerçeklikten bağımsız değildir. İç gerçekliği oluşturan da varsayımlar, geçmiş deneyimler ve önyargılardır. Önyargıların kaynağı da genelde kişinin kendisi değil, çevresi ve yaşadığı toplumdur. Önce anne ve babanın, ardından okulda öğretilenlerin ve nihayet toplumun tümü insanlardaki önyargıları oluşturur.

Duyular yoluyla algılanan dış dünya, bilinenlerden veya bilindiği zan edilenlerden bağımsız değildir.  İnsan bilincinin dışında bulunan bağımsız bir gerçekliğin var olduğu, bir varsayımdan ibarettir. Bu varsayımın kökeninde de insanın bencil oluşu yatar. İnsanlar gerçekliğe “ben ve benim dışımda olanlar” şeklinde bakar. Böylece “bilinç ve bilincin dışındaki her şey” diye iki gerçeklik alanı tanımlanmış olur. Ancak bu ikisi birbirlerinden tümüyle bağımsız değildirler. Bu bakımdan bilinç ile bilinç dışı veya bilinçaltı iç-içe geçmiş, birbirlerini dönüştüren alanlardır.

İkinci gerçeklik alanı “toplumsal gerçeklik” olarak tanımlanabilir. Dünyada binlerce dil ve kültür bulunuyor. Her bir kültürün kendine göre örfleri, adetleri ve gelenekleri vardır. Toplumdaki her birey yaşadığı kültürün varsayımlarından etkilenir ve onları gerçekmiş gibi kabullenir. Bu tür toplumsal gerçekliklerin oluşmasına dinlerin de büyük çapta katkıları vardır. Dinsel varsayımları tartışmasız gerçekmiş gibi kabul eden pek çok insan vardır. Ortaçağda Avrupa ülkelerinde aşırı dini baskı uygulanmış, Engizisyon mahkemelerinde pek çok insan din dışı ilan edilerek cezalandırılmıştır. Toplumsal gerçekliğe inanmayan ve din baskısına boyun eğmeyen insanlara işkence edilmiş ve birçoğu meydanlarda yakılmıştır. Günümüzde bile dini inançlardan türeyen birçok görüş ve varsayım insanları etkilemekte, toplumsal gerçekliğin sürmesine neden olmaktadır.

“Aydınlanma çağı” olarak tanımlanmış olan akım 17. yüzyılda ortaçağın dini baskısına karşı çıkan düşünürler akıl ve mantığın üstünlüğünü savunmuşlar ve gerçekliğe akıl ve mantık ile yaklaşılmışlardır. Aydınlanma çağındaki düşünce sisteminde dört ilke önemsenmiş ve genel kabul görmüştür. Bunlar: Nesnellik, Pozitiflik, İndirgeyicilik ve Yerellik ilkeleridir. Artık Kuantum kuramı sayesinde biliyoruz ki, her nesne hem dalga hem parçacık özelliğine sahiptir. Şu halde yer kaplayan katı nesne tanımı ve dolayısıyla klasik ‘nesnellik’ ilkesi geçerliliğini kaybetmiştir. Her nesneye yerel bir enerji yoğunluğu olarak bakmak günümüzün gerçekliğine daha uygundur.

Pozitiflik ilkesine göre, ölçüme ve deneye önem verilir ve deneyin sonuçlarını tekrarlanabilir şekilde sayısal değerlerle belirtilir. Fakat insan söz konusu olduğunda, pozitiflik ilkesinin bir varsayım olduğu ortaya çıkmaktadır. İnsanların duyguları vardır ve duygular ölçülemez. Her ne kadar duygusal zekâ testleri uygulansa da, bu testlerden IQ testleri gibi kesin sonuçlar çıkarmak mümkün değildir. Dolayısıyla, ‘pozitiflik’ ilkesinin sınırlı bir uygulama alanı vardır ve sadece pozitif bilimlerde ve teknolojide geçerlidir.

İndirgeyicilik ilkesine göre doğada her var olan temel parçacıklardan var olmuştur ve bütünü anlamak için onu oluşturan parçaları anlamak ve ortaya çıkarmak önemlidir. Ama parçalamanın sonu da yoktur. Doğanın en küçük birimleri önce atomlar, ardından atomaltı protonlar ve elektronlar, ardından kuarklar, glüonlar ve nihayet “tanrı parçacığı” adıyla meşhur olmuş Higgs Bozonu tanımlandı. Fakat temel parçacık arayışı burada bitmedi. Acaba daha başka temel parçacıklar var mı? Sorusuna yanıt aranmaya devam ediliyor. En son bilimsel görüşe göre en temel yapı taşı ‘sicim’ adı verilmiş olan titreşen dalgalardır. Demek ki dalga kavramı parçacık kavramından da daha temeldir. Kanımca indirgeyicilik varsayımıyla doğanın en küçük yapı taşlarını bulmanın sonu yok. Zira doğa bir bütündür ve parçaladıkça doğanın bütünlüğünden uzaklaşılıyor. Doğayı parçacıklar olarak indirgeyip anlamaya çalışmak yerine, dalgasal bir bütünlük olarak kavramanın daha doğru olduğu anlaşılıyor.

Pozitif bilimler bu dört ilkeye dayanarak doğayı oldukça iyi bir şekilde açıklamayı başardılar. Fakat tüm bilimler tartışmaya açıktırlar. Pozitif bilimler doğanın parçalarını araştırsalar da doğanın bütünselliğini kavramakta zorlanıyorlar. Çünkü insanın bencilliği doğayı “ben ve ben olmayan” şeklinde görmeye devam ediyor.

Bilimsel Gerçeklik

Gerçekliğin üçüncü boyutu “bilimsel gerçeklik” olmaktadır. Bilimsel gerçeklik deneye ve gözleme dayanır. Bir yerde yapılan bir deneyin sonucu diğer bir yerde doğrulanırsa bu deneyin sonucu ‘gerçek’ olarak kabul edilmektedir. Fakat gözlem ile ulaşılmaya çalışılan gerçeklik kesin ve değişmez değildir. Teknik ve teknoloji sayesinde geliştirilen gözlem aletleri bize bambaşka gerçeklik alanlarının bulunduğunu göstermiştir. Mikroskop ile gözle görülemeyen çok küçük mikro âlem ve teleskop ile gene gözle görülemeyen makro âlem ortaya çıkarılmıştır. Her yeni gözlem ve keşif bize yeni gerçekliklerin varlığını gösterse de, bilimsel gerçeklik mutlak değildir.

Thomas Khun

Fizikçi ve filozof olan Thomas Khun (1922 – 1996) Bilimsel Devrimlerin Yapısı başlıklı kitabında toplumların gerçeklik kavramına ‘paradigma’ demiş ve bilimsel gerçekliğin paradigmalardan ibaret olduğunu savunmuştur. Örnek olarak, dünya merkezli güneş sistemi bir paradigma olup, binlerce yıl boyunca değişmez bir gerçek olarak kabul görmüştür. Güneş merkezli güneş sistemi ileri sürüldüğünde, din adamlarının büyük tepkisi ile karşılaşmış, fakat zamanla kaçınılmaz bir gerçeklik olduğu kanıtlanmıştır.

Demek ki bilimsel gerçeklik de mutlak ve değişmez değildir. Bilimin en önemli özelliği ‘yanlışlanabilir’ oluşudur. Karl Popper (1902 – 1994) Bilimsel Araştırmanın Mantığı adlı kitabında bilimin yanlışlanabilir olmasının, doğrulanabilir olmasından daha önemli olduğunu savunmuştur. Zira bilim bir yandan deney ve gözleme dayanırken, diğer yandan matematik kuramlara da dayanır. Pozitif bilimin en önemli aleti matematiktir. Matematik denklemler sayesinde doğada bilinmeyen birçok varlık bilinir hale gelmiştir. Örneğin Paul Dirac (1902 – 1984) sırf matematik denklemlere dayanarak, o güne kadar gözlenmemiş olan pozitron adlı parçacığın var olduğunu ileri sürmüştür. Dirac tarafından 1928 yılında elektronla eşit kütleli fakat zıt yüklü bir parçacığın varlığı ileri sürülmüş ve bu parçacık 1932 yılında Anderson tarafından deneysel olarak kanıtlanmıştır. Daha sonra elektron-pozitron çiftinin oluşumu Blackett tarafından deneysel olarak saptanmıştır. Demek ki hiç gözlem ve deney yapılmadan bazen gerçek ortaya çıkarılabiliyor. Fakat matematik kuramlar da insan ürünüdürler ve yanlış da olabilirler. Günümüzde evrende bulunan Karanlık Madde ve Karanlık Enerjiden söz ediliyor ama henüz ne deneyle ne de gözlemle kanıtlanmış değiller. Üstelik kesin bir kurama da dayanmıyorlar. Acaba Karanlık Madde ve Karanlık Enerji gerçekten var mıdırlar, yoksa sadece bir varsayımdan mı ibarettirler? Bu yeni kavramları ileri sürenler ne derece gerçekten söz ediyorlar? Bu gibi soruların yanıtlarını önümüzdeki yıllarda göreceğimizi ümit ediyoruz.

Doç. Dr. Haluk Berkmen

Doç. Dr. Haluk Berkmen
Doç. Dr. Haluk Berkmenhttp://www.felsefehayat.net
1942'de İstanbul'da doğmuştur. 1966'da İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi, Fizik-Matematik Bölümünden mezun olmuş, 1970'de İsveç, Lund Üniversitesi, Teorik Fizik Kürsüsü-Nükleer ve Atom Enerjisi alanında doktora almıştır. 1970 - 1980 arası ODTÜ Fizik bölümünde öğretim üyeliği yapan Berkmen, 1979'da Yüksek Enerji Fiziği dalında doçent olmuştur. 1980 ile 2002 yılları arasında Viyanadaki Uluslararası Atom Enerjisi Ajansında çeşitli görevler yaptı ve 30 Eylül 2002'de Birleşmiş Milletler UAEA'dan emekli olup İstanbul'a dönmüştür. Yerli ve yabancı birçok dergide çeşitli konularda onlarca makale yayınlamıştır. Üniversite seviyesinde yayınlanmış Fizik ders kitabı bulunmaktadır. Yıllardır İlkin Türkçe, felsefe, sufizm, ezoterizm ve spiritüalizm konularında araştırmalar sürdürmekte olup değişik konularda konferanslar vermekte ve makaleler yayınlamaktadır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

DİĞER YAZILAR