Üç Adam

Saatin gece yarısını az buçuk geçtiği bir zamandı. Bir adam elinde sefer tası yüzünde günden mutlu olduğunu belirten sıcak bir ifadeyle begonya sokağın başında göründü. Begonya sokak… Ah ne güzeldi. Gündüzleri çocuk gürültüsü, akşamları esen serin rüzgârın sardığı nadide bir çiçek.

Severdi çiçekleri adam. Evini buradan almasında sokağın adının ve evi görmeye geldiğinde oyun oynayan kalabalık çocukların payı vardı. Severdi çocukları da çiçekler gibi. Çocuğu olmuyor diye mi yoksa hiç büyümüyor diye kendisine sormak ve bile istemiyordu. Platonik sevdalara boyun eğmiş âşıklar gibi seviyordu.

Bugün hava ne güzeldi diye sesli düşündü adam. Sabah şehre düşen yaz yağmurlarıyla beraber dudaklarından dökülen dört mısrayı yine tekrar etti. Unutmamak için, unutmadan eşine söyleyebilmek için.

yerde yağmur
gökte güneş
havada toprak kokusu
ne güzel bu yaz yağmurunun buğusu

severken insan yaşamayı

Esnaftı adam. Begonya sokağın çıkışındaki ana caddede küçük bir bakkaliyesi vardı. Öyle çok kazanmazdı ama yetmenin ve yetenle mutlu olmanın erdemine sahipti… Mutluydu. Hava da gecenin rengine uygun bir yel dolanıyordu. Okşandığını hissetti adam, doğa ananın elleri tarafından. Ne güzeldi insanın bir annesi daha olması ve hep onunla olup onu soluması.

Hep böyleydi o. Mutluydu. Mutlu olmayı severdi. Çünkü inanırdı mutluluğa.

O sokağı dönüp evinin merdivenlerine ilk adımını atarken sokağın başında günümüzde yoksul bir aileye ev ve araba için yeterli paraya eşdeğer olan bir arabada, karşıdaki lüks apartmanda oturan banka müdürü vardı. Düşünüyordu müdür… Düşünüyor ve sigara içiyordu. Ona eşlik eden bir radyo ve bir de camel marka sigaraydı. Severdi camel’ı. Pahalı olmasından ve lüks gibi olmasından da değil. Hayata benzetirdi camel’ı. Ağır ama yine de katlanılan…

Bıktım diyordu dili, yüreği, aklı, beyni ve tüm benliği. Bıktım… O kadar çok çığlık atıyordu ki içsel bir eylem vardı bedeninde. Hayattan bıkmıştı. Sahip olmaktan bıkmıştı. Sahip olamamanın tadını özlüyordu. Çok çalışmanın değil de yeteri kadar çalışıp avunmanın tadını unutamıyordu.

Öyle ya, insan hep çok çalışır, sonrasında anlardı, ömrünü, kazanmak denilen saçmalıkla takas ettiğini. Para hiç dert olmamıştı ona son 25 yıldır. Gençliğinde pazarlarda sattığı limonların üç kuruşluk hâsılatı daha tatlı geliyordu şimdi kendisine. Limonlarını yükleyip pazara taşıdığı o külüstür el arabası, bu yüzlerce milyarlık arabasından daha ilgi çekici görünüyordu. Zaten böyle yoksul bir muhitte oturmasının sebebini arkadaşlarına açıklamak istememesi bu hasretini anlamayacak olmalarındandı. Çünkü onlar şu an neyse geldikleri yerde şu an ki gibiydi. Onlar yoksulluk çekmemişti. Onlar serçe parmakları kadar kalemlerle yazılı imtihanlara girip hayatlarını kurma çabası göstermemişlerdi. Onlar burs kuyruklarında beklememiş, pazarlarda limon satıp simit ve çayla karın doyurmanın tadına varmamışlardı. Onlar, onlar, onlar… Onlar simidin yanına peyniri katmayı, yoğurda ekmek banmayı bilmezlerdi. Suç onlarında değildi aslında. Herkesin başka bir hayatı vardı.

Ama tutamadı kendisini ve öfkesine yenik düştü. “Lanet olsun onlara” dedi ve bir zincir halkasına yeni bir halka ekler gibi yaktı kaçıncı olduğunu unuttuğu sigarasını.

İlk dumandan sonra ‘’İyi ki kaderleri Tanrı yazıyor alınlara. Yoksa böyle her şeyi birbirinin aynı şekilde yaşayan, aynı dilekleri tutan, aynı hayatlara heveslenen insanlar bir aynanın aksinden farksız olmazdı. ‘’ dedi. Sözleriyle düşüncelerinin birbiriyle çelişmesi şaşırttı onu. İnsan böyleydi işte. Sağdan düşünür soldan icra ederdi.

Bunları da unuttu sigarasından bir nefes daha alırken.

“Bıktım bu aptalca hayattan.” İnsanların sokakta her şeye gözleriyle bakıp karar vermesinden. Okullarda papağan gibi eğitilmekten… İstediğimi değil istediklerini öğrenmekten bıktım,” dedi genç bir adam sokağın köşesinden çıkıp önündeki çok pahalı arabanın yanından geçerken.

“Bıktım bu hayattan. Bıktım bu saçma sapan yaşayışlardan.”

“İlkokulda sıraya adımı yazabilmeyi öğrendikten sonra artık burada ne işim var diyerek boşlamaya başladım okulu. İlkokul dörtteydim o zamanlar. Ondan sonra başladı derslerimin berbat bir hal almaya başlaması. Her gün hiç umurumda olmayan şeyleri anlatıp kafama sokmak istiyorlardı. Oysa anlamak için gayret etmiyor onları gereksiz buluyordum. Ben deniz kenarında bir ağaca konacak kuşları merak ediyordum. Kuşların kanat ve ses rengini. Ben geleceğimin yaşantısını merak ediyorum. Geçmişte ölmüş bedenleri değil. Unutacağım şeyleri öğrenmeyi değil’’ dedi içindeki asi ses.

Arabaya baktı, içinde bir adam sigara içip müzik dinliyordu. İmrendi. Nefret etti. Kınadı. Lanetler yağdırdı. O, üç kuruş için gecenin bu vaktine kadar ter akıtmış ama kazandığı para o çok istediği üç kitaba bile yetmemişti. Oysa bu adam her gece o çok pahalı arabasını kapının önüne çekip bir de sanki çok derdi varmışçasına kederli müzikler dinliyor sigarasını tüttürüyordu.

Ne saçma bir şeydi bu hayat. Hiç memnun değildi. Kaçak sigara satanlardan aldığı paketteki son dalını çıkarıp yaktı, bir an durup. Sonra derin bir nefes çekip yoluna devam etti. O kadar yorgundu ki eski bilgisayarı ve sevdiği birkaç kitaptan başka bir şey olmayan çantası dağlar kadar ağır geldi kendisine.

Yazıyordu genç adam. Kendince yazıyordu. Aslında ben sırt çantasını değil de dünyaları sırtlıyorum dedi kendine. Çünkü bilgisayarında o kadar çok öykü o kadar çok kahraman vardı ki bunlar dünyalar ederdi onun için.

Evet, o dünyayı taşıyordu. İnsan zaten doğar doğmaz dünyayı sırtlardı ya. Hatta dünyaları… Eğitilir, öğretilir, papağanlaştırılır, devletin ya da hayatın herhangi bir konumuna tuğla gibi konulurdu, birkaç kişinin belirlediği bu yönetim sisteminde. Tarihse tarih, okulda öğretirlerdi. Doğru olan sadece buydu. Edebiyatsa edebiyat, doğru olan bazı toplulukları savunanların yaptığı edebiyattı.

Dayatmalarla var olmaktı toplumun yaptığı. İnsanlar kendilerine dayatılan ve kendilerinin dayattıkları saçma sapan şeyleri yaşayarak var olmaya inanmış öyle yaşıyorlardı. Nefret ediyordu bu sistemden.

Bir nefes daha çekti sigarasından başı eğik, adımlarına odaklıyken gözleri. Unutamadığı aşkı geldi aklına. Onu hatırlayınca her şeyi unuttu. Her şey silindi bir an. Ah şu gençlik, ne umursamazdı bazen. Ne çok bencildi severken.

Bir nefes daha çekti sigarasından.

Sigaranın dumanı ne zaman çarpsa yüzüne bitmiş bir aşktan savrulan şarapnel parçaları gibi yaralıyordu yüreğini. Bana ben zarar veriyorum diyemedi ama kendisine. Suç hep başkasınındı. Öyle ya o gençti bu kadar üstüne varmamaları gerekiyordu.

İnsan özledikçe nasılda karışıyordu her şey. Nasılda deli saçmaları ediyordu. Aklının defterine, aklının o her köşesine şiirler iliştirilmiş defterine bir şiir daha yazdı usulcacık.

‘’özledi onu içimde biri

aşk bir ikilem
biri sen
biri ben
aşk bir tekrar
ilki ben
tekrarı sen

aşk gün gibi sevgilim
gündüzü sen
gecesi ben
bak ben buradayım, karanlıkta
ve yalnız
oysa geceye ne kadar uzaksın gündüz olan sen’’

Arabasının kenarında durup sigarasını yakan asi bakışlı delikanlıyı çok kıskandı müdür. Gençliğini hatırladı, üzülmek ve özlemek arası bir ikilemde döndü durdu.

Radyonun sesini biraz daha açtı sigarasından daha derin bir nefes çekti. Duman yüzünü tırmaladı, arabanın tavanını yokladı sonra açık camı bulup sokağın tavanına dikti gözlerini. Var gücüyle tırmanmaya başladı göğü.

Ardından radyodaki kadının sesi takip etti silinmeye başlayan dumanı…

‘’Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler’’ …………………………………….

İbrahim Sarp Baysu

Konuk Yazar
Konuk Yazarhttp://www.felsefehayat.net
Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız makalelerinizi themetallords@hotmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

DİĞER YAZILAR