Ana SayfaÇ(alıntı)Karl Jaspers: Bir Nevi Otoportre

Karl Jaspers: Bir Nevi Otoportre

Oldenburg’da doğdum. Babam Jeverland’dan, annem ise Buttjadingen’dan. İkisi de Kuzey Denizi kıyılarına yakın. Çocukluğumuz boyunca her yıl Friz adalarına giderdik. Denizle büyüdük yani. Üç ya da dört yaşımdayken Spiekeroog’a gittiğimizi hatırlıyorum. Oradan aklımda kalan deniz değil, çalıları ve evleri hatırlıyorum sadece. Fakat birkaç yıl sonra Norderney’a gittik. Bir akşam babam elimden tutup beni deniz kenarındaki geniş plaja götürdü. Denizin çekildiği zamandı. Temiz ve saf sahil boyunca uzanan yol vardı. İlerledik, ilerledik, sular çok çekilmişti. Suya ulaştık. Denizanaları vardı, denizyıldızları vardı. Büyülenmiştim. Deniz ilk defa gözlerimin önündeydi. Üzerine kafa yormadım, “sonsuzluk” üzerine düşünmedim. Fakat o zamandan beri, deyim yerindeyse yaşamın tartışmasız temeli haline geldi deniz. Diğer bir deyişle: Sonsuzluğun varlığı oldu. Sonsuzdur dalgalar. Hiçbir dalga ötekine benzemez. Her şey hareket halindedir. Sabit bir yer yoktur. Tüm bunlar mükemmel, sonsuz bir varlığın içindedir. Benim için okyanusu görmek, doğada var olan en görkemli şeydi. Daima değiştiği için, daima sonsuzluğun devasa düzeninde bulunduğu için, yaşamın ve felsefenin yansıması gibidir deniz. Katı olan, muazzam bir düzene sahip olan her şeyin bir yerde bulunması, korunuyor olması zaruridir. Fakat burada başka bir şey söz konusudur. Denizin sonsuzluğu bizleri özgürleştirir. Bir bakıma bizleri katılığın bittiği yere götürür.

Fakat bu noktada temelsizliğe değil, sonsuz anlaşılmazlığa gömülürüz. Denizin sonsuzluğu, bizleri hem bağlı kaldığımız hem de en muhteşem şey olarak gördüğümüz şeyden kurtarır: Bir yerde bulunuyor olmaktan. Bunun ötesine geçer. Bu “ötesine geçme” durumu felsefe yapmanın özünü oluşturmaktadır. Hiçbir yerde katı bir zemin olmadığına katlanabilmek güçtür. Bu zeminsiz yer, hakiki zemindir ve her şeyin ötesinde, hiçbir şeyin prangaya vurulmadığı yerdedir. Denizin esrarengiz tekilliği başka bir yerde mevcut değildir.

Tabii ki bilinç de öyle. Yaşam da bu değildir. Bunun ötesidir. Bağlarımızın sınırlılığının ötesine geçmek durumunda kaldığımızda ihtiyaç duyduğumuz şeyin yansımasıdır bu. Bu temel deneyim neredeyse barbarcadır. Bu durumun katıksız ögeleri hayatımda son derece değerli oldular. Denizin sonsuzluğu doğanın diğer tüm fenomenlerine karşıdır veya onlardan farklıdır.

Bir diğer mesele ise evimin manzarasıdır: Bataklık arazi. Tamamen dümdüz. Bir metrelik bile bir yükseklik olsa insanlar ona dağ diyorlar anında. Gökyüzünden, ufuktan ve durduğum yerden başka bir şey yok. Gökyüzü her yönden apaçık duruyor. Bu manzaranın deniz ile bir bağı yoktur aslında. Yine de bana çok yakındır ve çocukluğumdan aşinayım buna. Denizin hemen yanında dümdüz bir arazinin olmasını pek bir severdim. Sonrasında alçak sıradağlar ile olan deneyimlerim geliyor. Henüz altı yaşımdayken Harz dağlarından yaşamıştım bunu: Romantikti, sevimliydi, garipti ama ilginçti. Sonrasında yüksek sıradağlar geldi, Alpler: Benim için unutulmazdı. İlk seferinde Engadin’deydim. O asil manzaranın, o Nietzsche’ci manzaranın görkemine tanıklık ettim. Fakat aynı zamanda berbat bir his kapladı içimi. Bu dağlar görüş alanımı kapatıyordu. Dağlar dünyada kargaşa yaratıyordu. Abartıyorum tabii. Ama buna benzer bir duygu vardı içimde. Dağlar ufkumu kapatıyordu. Çocukluğumda durum buydu. Şimdi durum farklı. Ailemin evinde güvendeydim. Ebeveynlerimle ilgili pek bir şey söyleyemem. Babam farkında olmaksızın ve öyle bir niyeti olmaksızın bir rol modeldi. Davranışlarından ötürü rol modeldi. Şöyle ki: Kilise olmaksızın, herhangi bir otoriteden beslenmeksizin en kötü şeyin şu olduğuna kanaat getirmişti: Doğruları söylememek, yalancılık. Bundan sonra, bunun kadar kötü olan şey şuydu: Körü körüne bağlanma. Her ikisi de yapılmamalıydı. Bu nedenle, kendisine bir şey sorulduğu zamanlarda onu açıklayacak sonsuz bir sabra sahipti. İtiraz ettiğimde bana emir vermezdi, mantıklı bir biçimde açıklama yapardı. Babam yaşamının ilk başlarında yerel yöneticiydi, sonra banka müdürü oldu. Özgürlükten başka hiçbir şey istemeyen bir kamu personeli olarak görevini yerine getiriyordu. Bu sebeple de patronlara katlanamadığından görevinden istifa etti. Sonrasında etkin biçimde avlanmaya başladı. Doğayla temas etti, resim yaptı. Sulu boya epey resim yaptı. Böyle bir yaşam çocuklara şunu gösteriyordu: Bir görevi yerine getirmek her şey demek değildir. Çok önemlidir, kesinlikle gereklidir ama hayatın bir de geri planı vardır. Bunun hakkında tek kelime edilmez, ama bize edildi. Çocukken bununla beraber yaşadık, sulu boyalarla ve av hikayeleriyle büyüdük. Anneme gelirsek, sakin yapıdaki babamın aksine muazzam bir canlılığa sahipti. Sevgisi bitip tükenmezdi. Evlatları için daima iyimserdi. Genelde hasta olsam da prensipte hasta sayılmadığım için her şey gayet yolundaydı. Ebeveynlerimle büyürken elbette ki yarattıkları korunaklı ev ve güvenlik duygusunun farkında değildim. Bir koruma vardı ortada. Ve korumanın ötesinde öyle keskin bir sevgi vardı ki, daha sonraları yolumuza nahoş şeyler çıksa bile bu başlangıç noktasını kaybetmek zordu. Bunların farkına varmaya başladığımda babam bana gücünün sınırlarına geldiğini ve artık bana yardım edemeyeceğini söyledi. Ve benim için bir dönüm noktasıydı bu, hatta ondan da fazlasıydı, çünkü babam doğruları söyleyen biriydi. Çünkü şunu görmüştüm: İnsan her şeyi yapamaz. Anlatayım.

Okulda başladı mesele. Okuldayken birkaç tane harika hocamız vardı: Ahmann, Richter. Büyük bir şükranla anıyorum onları. Fakat bana katlanamayan bir okul müdürümüz vardı. Sebebini anlamak zor değil. Şöyle anlatayım. Bir gün beden eğitimi öğretmeni ile bir uyuşmazlık yaşadık. Sağlık raporum vardı. Belli başlı egzersizleri yapmasam veya ceketimi çıkarmasam olurdu. Beden öğretmenim bunun saçma olduğunu söyledi ve itaat etmemi istedi benden. Ben ise itaat etmedim ve dediğini yapmadım. Ertesi gün cümbüş koptu. Disiplin kurallarını ihlal etmişim. Müdür şunu söyleyecek raddeye geldi: “Ya gidip Bay Filan’dan özür dileyeceksin, ya da okuldan atılacaksın.” Lisedeydim o dönem. Okuldan atılma fikri benim için düşünülemez bir fikirdi. Çünkü ailemle kalmak zorunda kalırdım. Bunun üstesinden nasıl gelecektim? Müdür insafsızdı. Babam ise şöyle dedi: “Buna kendi başına karar vermelisin. Sadece şunun için söz verebilirim: Müdür seni atmak istediğinde kalman için taa bakanlığa kadar gideceğim. Ama bakanlığın da müdürün verdiği bir kararı geri alacağını sanmıyorum pek. Neyi riske atmak istediğine kendi başına karar vermelisin.” Sonra sınıf öğretmenim geldi, demin bahsetmiştim, Richter. Bana şöyle dedi: “Bana bak Jaspers, seninle konuşmam gerek. Elbette ki sen haklısın. Müdür ise değil. Ama şöyle düşün: Hakkını elde etmen demek, tüm okulun disiplininin sarsılması demektir. Hakkını elde etmek için tüm okulun disiplinini tehlikeye atmak istiyor musun? Belki de boyun eğmenin buna değip değmeyeceğini düşünebilirsin. Çünkü en nihayetinde okulun otoritesine kıyasla senin için o kadar da önemli değil bu. Ama sana nasihat veriyor değilim, sadece bunu bir düşün diyorum.”

O an içim rahatladı, çünkü pes ederek mantıklı bir şey yapmış olacaktım. Oysa pes etmek dayanılmaz görünüyordu bana. Bir şekilde bunun üstesinden gelmeliydim. Şöyle bir yol buldum ben de: Sorduğunda müdüre şunu dedim: “O beyefendiye gideceğim ve isteğinizi yerine getirerek ondan özür dileyeceğim.” “Nasıl istersen yap, yeter ki özür dile.” Böylece beden eğitimi öğretmenine gittim. Epey bir gerilim vardı. Öğretmen de rahatsız olmuştu, endişeliydi. Şöyle demeyi tasarlamıştım kafamda: “Müdürün isteğini yerine getirmek üzere, özür dilediğimi bildirmek için size geldim.” Bir nevi çıkar yoldu bu. Beden eğitimi öğretmenine gittim. Karşıladı beni, şöyle dedim: “Bay Filanca, müdürün isteğini yerine getirmek üzere…” “Çok teşekkür ederim, lütfen otur, mutlu oldum.” “Teşekkür ederim.” dedim, başımı eğdim ve gittim. Müdüre gidip durumu anlattım. Anlatmaya başlar başlamaz şöyle dedi: “Önemli değil, özür dilemişsin, iş hallolmuş.” Bu sadece bir hadise.

Sonra son sınıf geldi. Gymnasium’un son iki yılında öğrenci birlikleri vardı. Bu öğrenci birliklerinin adı “Obscura,” “Prima” ve “Saxonia”ydı. Aslında farklı sosyal sınıflara ait birliklerdi bunlar. En seçkin olan Obscura’ydı. Maliyeciler ve yüksek memurlar içindi orası. İkinci sırada Prima vardı. Daha aydın kişiler, öğretmenler, rahipler içindi burası da. Saxonia’da ise en düşük sınıftan olanlar vardı; köylü ve esnaf çocukları. Bunu kimse dillendirmezdi. Ancak özünde mesele buydu. Herkes bunu hissederdi: Obscura en kaliteli olandı.

Hiçbir birliğe katılmayacağımı söyledim. Bunun parçası olmak istemiyordum. Bunu böyle söylemem müdürü aşağılamışım gibi hissettirdi. Çünkü müdür birliklerin olmasına sadece izin vermiyor, onların olmasını istiyordu da. Yalnız kalmıştım. Birliğe girmek istemeyen ben ve iki ya da üç kişi katıldı bana. Sonuç olarak, okul bahçesinde bir başıma kaldık. Herkes tek kaldı. Birliklerin kendi bölgeleri vardı, bizler ise dördüncü bir grup olarak duruyorduk.

Bir gün müdür, “Bu böyle olmaz!” dedi. “Aynı yeri paylaşmalısınız.” diyerek şöyle talimat verdi: “Obscura’nın durduğu yerde duracaksınız.” İşler biraz karışmaya başlamıştı. Herkes Obscura’nın durduğu yere gitti. Ben hariç. Tüm bunların benim dahil olmadığım sosyal sınıf düzenine dair olduğunu belirttim. Tarafsız ve partisizdim. Bu yüzden herkesin toplandığı yer benim yerimdi. Onlar bana gelmeliydi, ben onlara değil. Ne yazık ki sınıf arkadaşlarımın hepsi oraya gitti. Alanda yine yapayalnız kaldım. Tüm birlikler bir arada bir alanda duruyorlardı.

Bana bir komite göndererek aramızda bir köprü inşa ettiler ve şöyle dediler: “Yalnız başına kaldın ve bir anlamda azınlıksın. Bu sebeple sürdürülemez bir şeyi sürdürmemeni ve diğer herkesle aynı tarafa geçmeni talep ediyoruz.” Ki sonradan böyle yaptım. Fakat müdür kızmıştı ve benden nefret ediyordu. Yıllar boyunca benden çok fazla nefret eder hale gelmişti. Verdiği dersler bakımından akıllı bir adamdı aslında. Ondan öğrendiklerim için minnettarım. Yine de kimseyi bu müdürü gördüğüm kadar hor görmedim.

Mesele, askeri disiplin ile okul disiplini arasında muazzam bir fark olmasıydı. Babam bu farkı öğretmişti, bunun hakkında harika bir ders verebilirdim. Müdüre sergilediğinin askeri disiplin olduğunu gösterebilirdim ve bizlerin kabul etmediği de buydu. Bu onu daha da sinirlendirdi. Ve şöyle dedi: “Ailenin ruhu bu! Direniş ruhu! Gözümüzü senden ayırmamalıyız. Diğer öğretmenlere de gözlerini senden ayırmamalarını söyleyeceğim.” Fakat ben de müdüre bizzat pek çok eziyet çektirdim. Sona gelmişken, mezuniyetten sonra yüksek notlar almıştım. Grandük’ün de konuklar arasında olduğu mezuniyet töreninde konuşma yapma onuru bana bahşedilmişti. Latince olacaktı konuşma, büyük bir onurdu. Şöyle dedim: “Hayır, müdür bey, bu konuşmayı yapmayacağım.” “Öyle mi?” “Konukları aldatmaya yönelik bir eylem bu; çünkü bu şekilde konuşabilecek denli Latince öğrenmedik gerçekte.” Karşılıklı bir durumdu yani. Ve bu müştereklik veda ziyaretinde zirveye tırmandı. O zamanlar mezuniyetten sonra müdüre ve öğretmenlere veda ziyaretinde bulunma gibi bir âdet vardı. Müdürün odasına gittiğimde belki inanmayacaksınız ama şöyle dedi bana: “Senden hiçbir şey olmaz. Organik olarak hastasın.” Doğruydu bu. “Garip” diye düşündüm, o kadar da etkilenmedim. Zira içimde çok fazla cesaret vardı. Yaşamda karşıma ne çıkarsa çıksın hastalığıma rağmen geleceğime coşkuyla bakıyordum. Gelgelelim, o ifadesi hâlâ aklımdadır. Bu süreçte sınıf arkadaşlarım beni yüzüstü bıraktı. Müdürün yanında yer aldılar. Her bir fikir ayrılığında münasebetsiz olarak ayrı duran ben oldum. Bu durum okulun son iki yılı boyunca sürdü. Babam şunları söyleyerek bana yardımcı oldu: “Kendine nasıl yardım edebileceğini öğrenmekten başka bir seçeneğin kalmadı.” Beni yanına aldı, onunla birlikte üç avukat daha vardı. Oldenburg’un güneyinde yaklaşık 5 kilometrekarelik kocaman bir avlanma sahasındaydı. İnanılmaz bir av sahasıydı. Oranın sakini olarak istediğimi yapabiliyordum. Alanın her karışını gezebiliyordum. Her bahçeye girebiliyordum.

Bu manzara eşliğinde iki yıl yaşadım. Oralara aşina hale geldim. Oradaki çiftçilerin bu yaşamın bana çok yardımları dokundu. Fakat av sahası o zamanlar çok güzeldi; hâlâ bataklık arazi vardı, artık bugün işlenmiş durumda orası. Bu ekilebilir arazinin sonsuz ufkunda deniz gibiydi bu bataklık arazi. Uzayıp gidiyordu, başka bir şey görünmüyordu. Artık öyle değil tabii. Hunte Nehri’nin son derece muhtelif manzarası vardı. Çok güzel ormanlıklar… Kayın ağacı ormanları, çam ağacı ormanları… Benim için unutulmazlardı. Peki ya av? Bilmesem de halihazırda hastaydım. Nişan alarak silah tutmak gücümü aşıyordu ve daima titriyordum. Bir gün kendimi ormanda yalnız başıma buldum. Ağladım ve “Bunu yapamam.” diye düşündüm. Nedenini ve nasılını bilmiyordum. O dönemde fiziksel sınırlarımın, yani hastalığımın, farkına varmaya başlamıştım. 18 yaşımdayken aile doktorumuz hastalığımı ciddiye almamıştı. Ateşim ve bronşiyal sorunlarım olduğu zaman, bunun grip olduğunu söylüyordu.

Daha sonra Badenweiler’daki bir aile dostumuz olan Dr. Fraenkel’e gittim ve bende bronşiektazi olduğunu tespit etti. Bana şu şekilde açıkça anlattı: “Tüberküloz değilsiniz. Hastalığınız bulaşıcı değil, endişelenmeyin. Fakat bronşiektazi var sizde. Tedavisi yok bunun. Bununla yaşamalısınız. Doğru koşullar eşliğinde yaşayabilirsiniz. Şayet isterseniz önünüzde mükemmel bir yaşam olacak. Üçüncüsü, bir şeye bağlı bu: Terapiye akciğerlerinizde su olmadığından emin olduğumuz sürece, sürekli balgam çıkarmalısınız. Şayet ateşiniz yükselmez ve hastalık ilerlemezse, hastalığınız duracak ama durumunuz sabit kalacaktır.”

Her şey söylediği gibi gitti. 1938’e kadar doktorum oldu, dostum ve doktorum. Bu arada kendisi strotantin tedavisini bulmasıyla tıpta meşhur biridir. Hastasıyla gurur duyan bir doktor gibi ele aldı benim vakamı. Çoğu doktorun yaptığı gibi sadece fiziksel olarak yardımcı olmadı bana, beni gerçek anlamda iyileştirmek istedi. İki örnek vereyim. Üniversite yıllarımın sonuna gelmişken, psikiyatri kliniğinden kıdemli doktor Wilmans ile bir bağlantı kurmamı sağladı. Böylece Recklinghausen’un icat ettiği tansiyon aletini kullanma fırsatı buldum. Henüz piyasaya çıkmamışken Fraenkel’da vardı. Wilman’ın yardımıyla akıl hastalarının tansiyonunu ölçüyorlardı. Beni kliniğe yerleştirdi doktorum ve böylece araştırmalarının bir parçası oldum. Büyülenmiştim, harikaydı.

Diğer örneğe geçelim. 1921’de Greifswald’da ders vermeye çağrıldım. İmkansızdı bu. İklimi benim için dayanılmazdı. Akşam bu gelişmeleri ona bildirdim ve Fraenkel ertesi sabah 8’de geldi. Ben ve eşim hâlâ yataktaydık. Şöyle söyledi: “Beni dinle, Jaspers. Umarım Greifswald’daki iklimin sizin için mükemmel olacağının farkındasınızdır!” Sonrasında fakülte toplantısında sayın dekan Bartholome ile görüştük. Bu mesele konuşuldu ve şöyle denildi: “Jaspers Greifswald’a gitmeyecek. Bu hastalığıyla imkansız bu. Burada kalacak, yapacak bir şey yok.”

Fraenkel bana şöyle dedi: “Tabii ki görevi almalısın. Gayet açık bu. Ama akıllı davranmak gerek.” Sonra Dr. Bartholome ile yürüyüşe çıktılar. Kendisi dekandı ve dürüst biriydi. Çok samimi bir biçimde, kol kola yürüdüler ve benim hakkımda konuştular. Fraenkel, Greifswald’a gidebileceğimi, iklimin beni rahatsız etmeyeceğini söyledi ona. Bu bağlamda, Bartholome, fakülte toplantısında doktorumdan Greifswald’a gidebileceğimi duyduğunu belirtti. Böylece fakülte gidişimi onaylama kararı aldı.

Her iki olayda da Dr. Fraenkel, bir doktor olarak, hayatıma müdahalede bulundu. Kalıpları kıran ve daima bilgisiyle yardımcı olan bir dost ve doktor olarak benim için unutulmazdı. Üniversite ile olan ilişkim nevi şahsına münhasırdı. 18 yaşımda üniversiteye girdiğimde, sanki kutsal odalara giriyormuşum gibi hissetmiştim. Üniversite kadar muhteşem bir şey görmemiştim. Her hakikat burada bulunabilirdi. Harika profesörleri görüp dinleyebildiğim için şanslıydım. Aynı zamanda, üniversitenin tıpkı Kilise gibi harika, Batılı, uluslararası bir varlık olduğuna kesin bir biçimde inanma şansına da sahip oldum. Beni devlete veya benzeri bir şeye bağlı kılmayan bir cemiyete aittim. Aksine, mutlak ve sınırsız hakikatten başka bir şey istemeyen bir cemiyete mensuptum.

Heidelberg’e ilk olarak 1901 sonbaharında gittim. Yok, bahar 1901’de gitmiştim, sonbaharda değil. 1902’de Münih’e gittim, sonra Berlin’e, sonra Göttingen’e gittim. Yıllarca Göttingen’de çalışıp kaldım. Oranın kendine has bir havası var, insanı ayık ve aktif kılıyor. İnsan öğrenmek istiyor ve zorunda kalıyor. Oysa Münih’te, Svabya ile olan ilişkim üniversiteyle olandan daha kapsamlıydı, ama yalnızca bir dönem için.

Göttingen’de okurken kendi kendime düşündüm ki, o zaman tıp öğrencisiydim ama ilk başta aslında hukuk öğrencisiydim. Ne olacağım hususunda düşünüyordum. Sonradan Heidelberg geldi aklıma. Artık Alman üniversitelerini tanıdığımın ve yalnızca Heidelberg’in hakiki asalete sahip olduğunun farkına vardım. Sadece bir dönem deneyimlemiştim ama harikuladeydi çünkü tüm insanlar orada bir araya geliyordu. Avrupa havası buydu.

Max Weber gibi insanlar vardı. Belki ders vermiyordu ama oradaydı. Entelektüel seviyesi çok yüksek, akademi insanı olmanın ötesinde olan başkaları da vardı. Dünyanın dört bir yanından oraya gelen olağanüstü insanlar vardı. 1914’ten önceydi bu. Bir araya gelmiş pek çok Rus devrimci vardı. Kendi kütüphaneleri vardı ve yüksek ruhlarıyla önemli bir rol oynuyorlardı. Amerikalılar vardı. Dünyanın her yerinden insan vardı. İnsan kendini Almanya’da ve Almanya’nın çok ötesinde hissediyordu.

Bu atmosferi tarif etmek güç. Bir keresinde bunun üzerine yazmıştım. İnsan sanki yerin bir metre üstünde süzülüyor gibi yaşıyordu. İnsanın halk tabakası ile hiçbir bağı yok gibiydi. Genel görünümde bunu gösteren bir şeyler vardı. Hölderlin’in Heidelberg şiiri böyle bir şeyden bahseder. İnsanlık ile ilgili bir şeyler vardı, sanki burada profesörler uzmanlıklarına rağmen bir bütüne yönelen disiplinler arasında bir araya gelmiş gibilerdi. Çok geniş ilgi alanları vardı, epey bir kadının katılımı söz konusuydu.

Profesörlerin eşlerinin katkısı elbette ki düşüktü, ama bu entelektüel dünyada çok önemli rol oynuyorlardı. Göttingen’de şöyle düşünmeye başladım: “Asil üniversite Heidelberg’deydi. Heidelberg’e geri döneceğim.” Yıl 1906 idi. Bundan sonra Heidelberg’e döndüm. Önce öğrenciydim, sonra profesör oldum. 1938’de Basel’e taşınana kadar orada kaldım. Üniversite bilinci içime işlemişti, hem öğrenci olarak hem de profesör olarak. Bir masal ülkesi gibiydi orası, devletin tesis ettiği ve istediği ama devletten bağımsız, devletlerüstü bir yer gibi.

Orada insan yeteri maaşı alıp tevazuyla yaşayabilirdi. Fazla beklentiniz olmamalıydı, başka yerde daha fazlasını başarabilirdiniz bile. Ama biri bunu kabul ettiğinde, diğer herkesten daha özgür olabiliyordu. Kimse size emir vermezdi. Siz kendinize direktiflerde bulunurdunuz. Kendimizden sorumluyduk. Özgürlük ve bolluk meselesi kıyas götürmezdi. Zamanımızın masal çağıydı. Bu fikri fazlasıyla ciddiye alıyordum. Fakat pek çok meslektaşım bu kadar ciddiye almıyordu. Ezici çoğunluğu öncelikle milli açıdan düşünüyorlardı.

Size iki örnek vereyim. 1919’da “devrim”den sonra, ki bu da tüm diğer devrimlerimiz gibi çocukçaydı. Şimdiye kadarkiler öyleydi ama umarım gelecekte böyle olmaz. Devrimden sonra fakülte ve üniversite senatosunda daimi olmayan profesörlerin temsilcisi olarak bulunuyordum.

Senatoda Berlin’den bir emir aldık. Sanırım rektör Meinecke’nin imzasını taşıyordu. Barış koşullarını protesto etmemiz söyleniyordu. Versay Anlaşmasının görüşlerinin ardından yakında halka açıklanacaktı. Senato oturumunda konuk profesör olarak şunları söyledim: “Bana öyle geliyor ki, hiçbir duruş sergilememeliyiz, çünkü biz devletlerüstü bir kuruluşuz, devlet meseleleriyle ilgilenmeyiz. Son derece ciddi bir mesele bu. Şartların değişmesi durumunda yapılması gereken, herkesin kendi kararını almasıdır. Max Weber’in isteği ortada ve inanıyorum ki hepimiz en nihayetinde profesör olmanın yanında bu devletin vatandaşıyız ve vatandaşlar olarak herkes kendi istediği fikre sahip olmalıdır. Max Weber, pasif direniş ve gerilla savaşı için çağrıda bulunuyor. Kişinin kendi yaşamını devlete adamasının gayet adil olduğunu söyleyebilirim. Kişisel olarak bunun için hazır değilim, çünkü fiziksel olarak yeterli değilim. Öyle olmasaydım ne yapacağıma şimdi karar vermek istemiyorum. Burada şu an yazılı olarak protesto etmek isteyenler için, ki gayet kolay bir yöntemdir bu, Versay’da planlanana karşı doğrudan harekete geçmesi en uygun yoldur. Dolayısıyla bizlerin üniversite olarak bu bildiriyi imzalamaması yönünde oy kullanıyorum.”

Oylamayı kaybettim, yine de dostaneydiler. Ama yalnız kalmıştım. İkinci olay 1924’teki Gumbel olayıydı. Bu olayda konuk hoca, savaş gazilerinin olduğu bir toplantıda, bin kişinin karşısında, gazilerin onayıyla beraber coşkuyla şunları söyledi: “Savaş alanında yenik düşen bu zavallı insanlar değil, fakat onursuzluk alanında yenik düşenler, yaşamlarını korkunç bir biçimde kaybetmişlerdir.” Bu cümle, Heidelberg’deki profesörler arasında bir öfke yarattı. Milliyetçiler dövünmeye başladılar: “Böyle küstahlık olmaz! Gazileri böyle aşağılama görülmedi.” Toplantıda bir meslektaşım şöyle dedi: “Böyle bir şey duymak için savaşa gitmedim ben! Sivil yanlısı fikirleri olan Jaspers’a rağmen bunu kabul edemem.”

Bir kez daha bu meselenin bizi ilgilendirmediğini açıkladım. Fakat doğal olarak devlet karşıtı olarak görülen bir şeyin incelenmesi gerekiyordu. Komisyon olarak biz inceledik. Benim girişimlerimle beraber Gumbel’in sözlerinden alınmadığını söyleyen bir dizi gaziyi sorguladık. Bu aşağılama açık bir biçimde profesörleri gazilerden daha çok etkilemişti. İki harika beyefendi olan meslektaşım bana katıldı. Şu sonuca vardık: Sayısız ayrıntıya girmeyecek ve Bay Gumbel’in ders verme hakkını almayacaktık. Üniversitenin ruhuna aykırı davranışlarda bulunmamıştı ve görüşlerini açıklama hakkı vardı.

Birlikte yazdığımız bu rapor fakülteye gönderildi. Fakat doğal olarak genelde olduğu gibi meslektaşlarım tarafından peşinen öğrenildi. Meslektaşlarımın ezici bir çoğunluğu, sanıyorum ki rapordan sonra hepsi çılgına döndü. Tekrar etmeliyim ki, saygı duyduğum meslektaşlarım, gerçekçi meslektaşlarım bu havadan korkuyorlardı. Ne yazık ki sıklıkla Almanya’da olduğu üzere diğerleri gibi olmak istiyorlardı. Kurumla bir bütün olarak kalmak istiyorlardı ve meslektaşlarımın hakim çoğunluğunun sözleri öyle ağır bir hale gelmişti ki, bu yolda ilerlemek ahlaklılık haline geldi. Böylece iki meslektaşım da bu yolda ilerledi.

Ertesi gün beni aradılar ve rapordan onların imzalarını çıkarıp çıkaramayacağımı sordular. İmzalar çoktan atılmıştı aslında. “Elbette ki!” diye cevapladım: Size engel olmak istemem. Fakat benim raporum kalacak. Bizim olan rapor artık benim raporum. Sizin ikinci bir rapor hazırlamanız gerekiyor.” Öyle de oldu. Fakülte toplantısında bu durum saatlerce tartışıldı. Sonuçta tüm fakülte bana karşı oy verdi ve raporumu savunan bir tek ben oldum. İç karartıcı bir durumdu. Hiç hoş değildi. Fakat tamamen başka bir ilke üzerinden hareket ediyordum.

Size anlattığım gibi, okuldayken yalnız başıma kalmayı öğrenmiştim. Cesur biri sayılmam. Kahraman hiç değilim. Hayatımı hiç riske atmadım, risk almamaya çok dikkat ederim. Yine de okulda öğrendiğim bir şey vardı: Prestij veya itibar beni etkileyen şeyler değildi. Aksine, geleneksel karşıtı duruş sergiler, açıkça aklıma yatan şeylere göre davranır ve konuşurdum.

Gumbel olayı özelinde daha sonraları pek çok kişi aslında benim haklı olduğumu söyledi. Ancak iş işten geçmişti artık. Size bu ikinci örneği, üniversite fikrini her şeyin üstüne konumlandırdığımı göstermek için anlattım. Gumbel vakası, düşünce ve konuşma özgürlüğü ile ilgiliydi. Bir profesörün görüşleri veya ifade biçimi yüzünden cezalandırıldığı bir noktaya gelmişsek hepimiz kaybetmişiz demektir. Ertesi gün sırf kilise birtakım şeylere gücendiği için dine hakaretten dava açılabilir bizlere.

O zamanlar geniş kapsamlı bir konuşma yaparak üniversitenin koşulsuz şartsız özgür olduğunu söyledim. Bir profesör yalnızca ceza hukukunu ihlal eder ve yasal olarak cezalandırılırsa disiplin soruşturmasıyla atılabilir. Ancak ceza yasaları kısıtlamadıkça profesör her fikrini ifade etmekte özgürdür. O zamanlar bu konumumu ikinci defa savundum. Üniversite fikrinin benim için ne ifade ettiğini görüyorsunuz. İnatçı bir fikir değildi, Gumbel’in kalmasını sağlamak için direttiğim bir güç istenci değildi. Gumbel’in başına gelen onun kaderiydi.

Bu nedenle, oylamada kaybettikten sonra dekan bana uygun bir dille fakülteye muhalif olan oyumu Karlsruhe yönetimine göndermek isteyip istemediğimi sorduğunda hayır dedim. Çünkü SPD’den Bakan Remmele’in parti politikaları sebebiyle özgürlük fikrine karşı duran sebeplerle Gumbel’i desteklediğini biliyordum. Birçok durumda SPD, üniversitelerdeki özgürlüğü sürdürme ruhunun yanında değil, tam aksine bize karşı duran bir parti olduğunu ispatlamıştı. Böyle bir yönetimin çarkına dahil olmak istemedim. Bu yüzden de muhalif oyumdan feragat ettim.

Zaman zaman şöyle düşündüm: “Şu an burada üniversitedeki diğer insanlarla beraber üniversitenin temsilcisi olarak bulunuyorum. Diğerleriyle aynı fikri temsil ediyorum. Peki gerçekten böyle mi? Ben mi gerçek temsilciyim, yoksa onlar mı gerçek temsilci? Bana göre, ötekiler özgürlüğe ihanet ediyorlar. Özgür üniversite fikri için varım ben. Deyim yerindeyse, bu cemiyetteki istenmeyen çocuğum. Yani, bir davanın elçisiyim. Sınıf geleneklerine ve onaylamadığım topluma karşı olan devletlerüstü bir düşüncenin elçisi. Yine de zor bir durumda, bu formülasyon onaylanmayacaktır.”

Bir başka meseleye geçeyim. Profesör olma yolundaki kariyerim gayet ilginçtir. Öyle anormal bir durum ki, iyi bir meleğin benim yararıma çalıştığı bile söylenebilir. Veya tam tersine, düzenbaz bir meleğin hedefime ulaşmam için meslektaşlarımı kandırdığı söylenebilir.

Karl Jaspers, 1966

Çeviri: Ümid Gurbanov @umidgurbanov
Altyazı edit: Can Murat Demir

fenomenal

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Bakış Yolları