1949’da yayınlanan “Ateşin Payı” ve “Lautréamont ve Sade”’dan, [1955 tarihli] “Edebiyat Alanı”na kadar kitapları oluşturacak metinleri kaleme alırken Blanchot’nun problemi nedir? Basit. Öyle görünüyor ki Sorduğu soru “edebiyat nasıl mümkündür?” sorusudur. “Edebiyat nedir?” gibi yavan bir soru değil, daha ziyade çok daha ilginç olan “edebiyat nasıl mümkündür?” sorusu.
Peki, neden bu soru?
Robert Antelme, Blanchot için ziyadesiyle önemli olacak, tanıklığı “İnsan Türü”nü 1947’de yayınlamıştı, aynı sene Primo Levi’nin tanıklığı “Bunlar da mı İnsan” da İtalya’da çıktı, ama Blanchot bu kitabı o sıra kesinlikle bilmiyordu. “Ateşin Payı” kitabının son metni “Edebiyat ve Ölüm Hakkı” birkaç ay sonra “Critique” dergisinde yayınlandı”. Fakat, ne bu metinde ne de adını andığım kitapta Auschwitz’e en küçük bir atıfta bulunur, tek kelime bile geçmez.
Bununla birlikte, bana kalırsa bu metinler, bir şekilde, Auschwitz’e bir cevaptır.
Blanchot’nun bunu bilinçli olarak tasarladığını kastetmiyorum, kesinlikle hayır, ama bu, ortaya koyduğu problemin bizzat özüydü. Olup biten onca şeyden sonra, Auschwitz’ten sonra edebiyat nasıl mümkün olabilir? mümkün derken elbette Maurice Blanchot’nun kendisi için, yani sağcı kültürden gelen ve kendini birden kamplarla karşı karşıya bulan biri için nasıl mümkündür? Blanchot bunun altından nasıl kalkacaktı? Bu metinlerin Auschwitz’e karşı bir cevap olduğunu söylememin sebebi, Blanchot’nun ölüm üzerine benzersiz bir çalışma gerçekleştirmiş olmasaydı: o ölümün etkisini ikiye katlar, onu ölmenin imkânsızlığında tersine çevirir, ve bu ölme imkansızlığından tam da edebiyat alanını yaratacaktır. Bu, “Edebiyat ve Ölme Hakkı”nın bizzat özüydü. Rilke’deki çifte ölüm üzerine ya da Kafka’daki ölmenin imkânsızlığı üzerine haklı olarak ün kazanmış analizlerinin özüydü: Kafka’da ölmeyi beceremeden şehirden şehire dolaşan Avcı Gracchu’yu hatırlayalım.
Ama Blanchot için bu tam da edebiyatın koşuludur.
Bu aynı zamanda şu anlama gelir: Blanchot için edebiyatın zamanı bir ertelemedir, ölümü hem durduran hem de onu sonu gelmez kılan tuhaf bir ölüm hükmüne benzer. Kamplardaki bu bitimsiz ölümle yüz yüze gelince Blanchot edebiyatı bizatihi ölmenin imkansızlığına yerleştirir. Öyle ki bu sonu gelmez felakette bütün edebiyat —ya da Fransız edebiyatının bir bölümü, Fransız edebiyatının önemli bir bölümü— Blanchot’dan sonra kendi alanını buldu.
Blanchot doğru mu yaptı? Yaptığı şeyi yapmaya hakkı var mıydı? Auschwitz bizzat ölümdeki ölüm kavramını kullanılamaz kılmamış mıydı? Bu başka bir mesele. Bence bunlar sonraki nesiller tarafından sorulması gereken sorular, gelecek nesillerin tayin edici soruyla yüz yüze geldiklerinde soracakları sorular. Bu tayin edici soru şudur: “Kendi zamanımızda, edebiyatı nasıl mümkün kılacağız?
Giorgio Agamben
Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=v6rSXc9pDqY
Çeviren: Murat Erşen
Metin edit: Can Murat Demir