Fedakârlığın Ontolojisi: Yaşayan Bir Ölü Üzerine Düşünceler

Fedakârlık, insan ruhunun en derin ve en karmaşık yönlerinden birini temsil etmektedir. Kendini hiçe sayma içgüdüsü, özverinin en uç biçimi olarak, varoluşun sınırlarında yankılanmaktadır. İnsan, kimi zaman başkasının iyiliği uğruna kendi varlığını silmeyi, kendi benliğini aşmayı seçmektedir. Bu durum, ruhun hem en karanlık hem de en kutsal eylemlerinden biridir. Fedakârlık felsefesi, bireyin kendi sınırlarını aşarak anlam arayışına yönelmesiyle ilgilidir. Kişi, “ben”i aşarak “öteki” için var olurken, bu eylemle hem kendini yok etmekte hem de yeniden yaratmaktadır. Annelik duygusu bu sürecin en belirgin örneğidir; burada güç, kötülüğü hiçe sayarak yaşamı bir başkası adına sürdürme iradesinde somutlaşmaktadır. “Feda” kelimesi bu yüzden yalnızca bir davranışı değil, aynı zamanda bir varlık bilincini temsil etmektedir — yaşamdan, hatta nefes alma hakkından vazgeçme iradesini içinde taşımaktadır.

İçsel İşkence Olarak Fedakârlık

Lazarus And The Rich Man, C.1400

Fedakârlık, görünürde yüce bir davranış olsa da, özünde olağanüstü bir işkence yöntemidir. Bu işkence, bireyin kendi varlığını inkâr etmesinden doğmaktadır. Kişi, kendinden ve yaşamından vazgeçerek dünyaya kapalı bir döngü hâlinde yaklaşmakta; duygusal ve ölümcül bir bilinç düzlemine yerleşmektedir. Artık dışarıda hiçbir şey kalmamıştır; her şey, yalnızca kendi iç penceresinden yeniden anlamlandırılmaktadır. Bu noktada fedakâr kişi, hayatını baştan inşa etmektedir. Ancak bu yeniden inşa, genellikle acı ve savaş üzerine kurulmaktadır.

Bu eylem zayıfların taşıyabileceği bir yük değildir. Çünkü fedakârlık, sorumluluk ve vicdan gibi iki büyük kuvvetle eşzamanlı çalışmaktadır. Onu yönlendiren, çoğu zaman vefa ve akrabalık bağları gibi derin duygusal köklerdir. Fedakârlığın çığlığı bu nedenle sessiz ama derindir; insanın içinden yükselen bu çığlığa mutlaka kulak verilmesi gerekmektedir.

Kapandaki Ruh: Duygu, Zaman ve Yeniden Yaratım

Fedakâr kişi esasen duygusal bir varoluşun içinden hareket etmektedir. Aşk, evlat sevgisi ya da dostluk — tüm bu bağlar, feda eden ruhun içinde bulunduğu duygu iklimini açıkça göstermektedir. Ancak aynı zamanda, bu ruh bir kapana da sıkışmaktadır. Çünkü zamanını, gücünü ve benliğini harcarken sadece karşısındakinin iyiliğini gözetmekte; böylece kendinden uzaklaşarak başkası adına var olmaktadır.

Bu dönüşüm, insanı yeniden yaratmaktadır: Boşluk dolmakta, fakat bu dolulukta hiçlik başlamaktadır. Kişi, başkasını düşünerek kendini unutur; kendi varlığını bir armağan gibi teslim eder. Ruh, varlıktan çekilerek sanki bir cennetin ataletine sığınmaktadır. Nesneye olan ilgisi azalmakta, başka bir hayatın ritmine geçmektedir. Bu süreç, kanla ve zamanla yakından ilişkilidir. Yaşlanmak, aslında feda etmenin devamıdır; her yıl biraz daha az benlik, biraz daha fazla hiçlik demektir.

Fedakârlık Olarak Aşk

Ölümle son bulan bir aşk hikâyesi hepimize tanıdıktır. Çünkü her büyük aşk, içinde bir feda taşımaktadır. Fedakârlık, bu anlamda bir aşktır — fakat çoğu kez yalnız yaşanan bir aşk. Bu aşkın içinde kişi, artık kendine değil, başkasına yazılmış bir kaderi sürdürmektedir.

Ve sonunda, geriye döndüğünde koca bir hiçlik görmektedir. O an, fedakâr ruh şu sözleri mırıldanmaktadır:
“Ben kendi hayatımı değil, bir peygamberin hayatını yaşamışım…”

Yaşayan Bir Ölü

Fedakâr ruhun trajedisi burada başlar. Çünkü o, hem yaşamaktadır hem de çoktan ölüyordur.
Peki, bu mutsuzluk neden?
Neden bu kadar cansız hissedilmektedir?

Cevap basittir:
Fedakâr ruh, yaşayan bir ölüdür. Çünkü kendi varlığını başkasının iyiliği uğruna terk etmiş, kendi nefesini başkası adına solumaktadır. Ve bu, insanın yaşayabileceği en derin hiçliktir — sessiz, kutsal ve geri dönülmez.

Can Murat Demir

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Bakış Yolları