Eski çağlardan beri savunulan, ileri sürülen ve demokrasinin özü kabul edilen eşit haklar ilkesi, insanın doğasına ne kadar uygundur? Sınıfsız toplum ideali, ne derece rasyonel ve ne derece insani kabul edilebilir? Bu sorular, yalnızca politik bir tartışma değil, aynı zamanda varoluşsal bir problematiği de içermektedir.
Herkesin eşit olması düşüncesi, Nietzsche’nin (Platon’un Devlet’indeki eutopia) dile getirdiği üzere, güzel bir düşten ibarettir. Hristiyanlığın öngördüğü insani ve tanrısal düzen tahayyülünün bir yansımasıdır bu. Eşitliğin mümkün olabilmesi için, hayata hâkim olan egemen içgüdülerin yok edilmesi gerekmektedir. Fakat bu, yaşamın kendisini ortadan kaldırmak anlamına gelmektedir. Dolayısıyla eşitlik düşüncesi, doğanın, içgüdünün ve iradenin gerçekliğine aykırı düşmektedir.
Eşitlik Ütopyasının Kökeni: Hristiyan Mirası ve İnsani Yanılsama
Eşitlik düşüncesi, özellikle Batı metafiziğinde kök salan Hristiyan ahlakının bir ürünüdür. İnsanların “Tanrı huzurunda eşit” olduğu iddiası, metafizik bir adalet anlayışını sosyal yaşama taşımaktadır. Oysa bu fikir, Nietzsche’nin “köle ahlakı” olarak nitelendirdiği bir eğilimden beslenmektedir. Bu eğilim, güçlü olanı bastırmak, doğal farklılıkları silmek ve yaşamı düzleştirmek eğilimindedir.
Bu bağlamda, eşitlik ideali rasyonel bir zemine değil, daha çok moralist bir yanılsamaya dayanmaktadır. Çünkü yaşamın kendisi, hiyerarşiyle, farklılıkla, güç istenciyle var olmaktadır. Eşitlik arzusu ise bu çok katmanlı varoluşu inkâr etmektedir.
Eşitliğin Bedeli: Yaşamın ve İnsanın Yok Oluşu
Eşitliğin gerçek anlamda var olabilmesi için tek bir şart vardır: Hayatı yok saymak ve insanı öldürmek. Çünkü içgüdü, insana yaşam enerjisini kazandıran en temel itkidir. Onu ortadan kaldırmak, yaşamın dinamiğini, estetiğini ve trajedisini silmek anlamına gelmektedir.
Bu nedenle eşitlik ütopyası, teoriden öteye geçememekte; insana ait olmayan bir telkin olarak kalmaktadır. İnsan, doğası gereği eşitlikten değil, farklılıktan, çatışmadan, rekabetten ve yaratıcı gerilimden beslenmektedir.
Burada bir parantez açmak gerekir: Judaizm, diğer dinlerin aksine, eşitlikçilik kaygısı gütmemektedir. Aksine, seçilmişlik fikriyle birlikte Tanrı ile insan arasındaki ayrımı muhafaza etmektedir. Bu nedenle Judaizm, insanın doğasına daha yakın bir varoluş tavrı sunmaktadır.
Sonuç: Eşitlik Düşü ve İnsanın Trajik Gerçeği
Kısaca ifade etmek gerekirse, eşitlik ütopyası bir rüyadan ibarettir. Bu rüya, insanı yaşatan içgüdüleri bastırarak, varoluşun trajik doğasını yok saymaktadır. İnsan eşit değildir, olmamalıdır da. Çünkü eşitsizlik, yaşamın şiiridir; güç, güzellik ve yaratıcılık, bu farklılıktan doğmaktadır.
Eşitliğin mümkün olduğu bir dünya, tutkudan, arzudan, mücadeleden ve hatta düşünceden yoksun bir dünyadır. Nietzsche’nin de belirttiği gibi, böyle bir dünya yalnızca Tanrı’nın hayalinde yaşayabilir; insanın değil.
Can Murat Demir

