Yokluğun Diyalektiği: Zaman, Tanrı ve İnsanın Sefil Direnişi

Yokluk… Eksiksiz bir konfor gibi görünmektedir. Sessizlikle sarılmış, hiçliğin soğuk nefesini taşıyan bir varoluş hâlidir. Ancak hemen ardından gelen o itiraz — “Hayır, olmayanı sevmemeli, özenmemeliyiz.” — insanın içsel çelişkisinin özünü ifşa etmektedir. Çünkü insan, yokluğun içinde bile anlam aramakta, olmayanı sevmekte ve varoluşun ıstırabını yeniden üretmektedir.

İnsan Olmak: Henüz Olmamışların Arayışı

“İnsan iyidir.” denir. Ancak bu ifade, tarih boyunca bir yanılsamadan ibaret olmuştur. Henüz olmamış bir varlıktan iyilik beklemek, varoluşun kendisine yüklenen anlamı fazlasıyla abartmaktır. İnsan, tamamlanmamış bir süreçtir; iyiliği de kötülüğü de hâlâ oluş hâlindedir. Bu yüzden insanın doğası, *“henüz olmamışlara özlem”*in kendisinde gizlidir.

İnsanın bu yarım kalmışlığı, onu zamanın tutsağı hâline getirmektedir. Çünkü zaman, insanın en büyük yanılgısıdır. “Tanrının bile zamanı yokken, bu ne cürret!” diyen ses, aslında bu yanılgıyı ifşa etmektedir. Zamanı kendi üzerine katlamak isteyen insan, sonsuzluğu ölçmeye çalışırken kendi sonsuz eksikliğini fark etmektedir.

Zaman ve Yokluk Arasında Sıkışan Ruh

İnsan, nefes aldığı her anda varlığını kanıtladığını zannetmektedir. Oysa her nefes, biraz daha yaklaşan bir yokluğun habercisidir. “Sadece nefes almanın tadını çıkarsak?” sorusu bu nedenle bir teslimiyet değil, bir direniş biçimidir. Ancak karşılığında gelen yanıt keskindir: “Hayır, olmaz. Bu büyük bir boşvermişlik.”

Bu reddediş, insanın içindeki tanrısal gölgeden gelmektedir. Çünkü insanın en büyük günahı, yaşamaya hakkını verememektir. Yani varlığını yalnızca sürdürmekle yetinmek, onu anlamla donatmamak, var olma nimetini boşa harcamaktır.

Özgürlük ve İnadın Ontolojisi

İnsan her ne kadar lanetlenmiş bir varlık olsa da, hâlâ “Sefil inadım” dediği bir direnç taşımaktadır. Bu inat, insanın tanrısal cezaya karşı son sığınağıdır. “Denerim, denemekten hiç bıkmadım.” ifadesi, insanın trajik özgürlüğünün itirafıdır. Zamanın tanrısına karşı, varlığın sınırlarını zorlayan bir çığlıktır bu.

Ancak bu çığlık da zamana yenilmektedir. Çünkü “Zamana yenilen bir peygamber” artık kendi kutsallığını kaybetmiştir. Bu durumda insanla tanrı arasındaki diyalog, bir hesaplaşmadan ziyade bir sürgün hazırlığına dönüşmektedir.

Sürgün, Cehennem ve Yaşamın Suçu

İnsan en sonunda teslim olur:

“Evet, biliyorum, sonsuza kadar sürgün, yokluğun içinde sonsuza kadar acı…”

Bu noktada yokluk, sadece bir son değil, bir cezadır artık. Tanrısal ses şöyle der:

“Yaşamayı bilmeyen ahmakların yeri cehennemdir. Sana verilen nimetin önemini kavrayamadın.”

İnsanın suçu budur: yaşamayı bilmemek. Hayatın anlamını kavrayamamak, zamanı ciddiye almamak, nefesi kıymetsizleştirmek… Bu suç, insanın kendi yaratıcılarından bile saklanamayacağı kadar büyük bir suçtur.

Varlığın Son Cümlesi

İnsanın son sözü basit ama trajiktir:

“Boynum kıldan ince öyleyse.”

Bu teslimiyet, hem bir özgürlük hem de bir yok oluş bildirgesidir. Çünkü tanrısal irade şöyle der:

“İşte böyle, işimi daha fazla zorlaştırma, düş önüme… Daha niceleri var senin gibi.”

Bu, insanın evrensel kaderidir: var olmak için çabalamak, ama hiçbir zaman tam anlamıyla var olamamak.

Sonuç: Yokluğun Felsefesi

Yokluk, aslında varlığın en dürüst biçimidir. Çünkü yokluk, insanın bütün yanılsamalarını soyup geriye yalnızca özü bırakmaktadır. İnsanın trajedisi ise bu özü kabullenememesinde yatmaktadır. Her ne kadar “Eksiksiz bir konfor” gibi görünse de, yokluk aslında insanın en derin aynasıdır.

Can Murat Demir

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Bakış Yolları