Ana SayfaYazarlarKonuk YazarKlostrofobik Saat Kulesi

Klostrofobik Saat Kulesi

Bu kente denizden girilmesi gerektiğini bir modern seyyahın el kitabından öğrenmiştim. Önce siluetin karşılaması gerekirmiş kişiyi. Ziyaretçi kişinin içinin ilhamla dolup taştığı anda da iskeleye adım atması gerekirmiş. Ben ise sahil yolunda ilerleyen otobüsün 43 numaralı koltuğunda yolculuğumun 12. saatini geçirmekteydim. İçimdeki ilhamı aradım, onun yerine 3 adet kakaolu kek ve bolca asitli içecek buldum. Önümdeki koltuğun arkasındaki filede duran ambalajları da hatırlamamı kolaylaştırdı.

Kentin meydanını ve orada bekleyenleri yine karayolundan hızla geçerken az buçuk görebildim. Burada duraksamak yasak olduğundan bu kente ilk adımı modern seyyahın kitabında belirttiği iskeleden 13 kilometre ötedeki otogardan atmak zorundaydım. Neyse ki otogardan servislerle bu noktaya geri dönüş yapabilirdim. Seyyahın belirttiği büyüyü yaşayabileceğime dair inancım hala çok kuvvetliydi.

O seyyahın kitabını ilk okuduğum 18 yaşımdaki halimi hatırladım bir an için. Bir gün bu kenti deneyimleyeceğime oldukça emindim. Onun rotasından gelmiyordum belki ama onun ayak izlerini kentte saklı olduğunu biliyordum. Adım adım dolaşacaktım kenti. Bulduğum noktaları birleştirecek ve 18.yaşımdan yarım kalan hikâyeyi tamamlayacaktım.
Otogarda indim. İçim bulanıyordu ama tuvalete gidecek zamanım yoktu. Hemen kent içi servislerin hareket ettiği yere gittim. Kentin merkezine doğru gidecek servisin harekete geçtiğini gördüm ve koşarak yetişmeye çalıştım. Şoför beni gördü ve atla diye bağırdı. Atladım. Her şey yolundaydı ve içimdeki ilham zerreciklerinin sayısı artmaktaydı.

Kentin meydanında indim. Ortada koca bir saat kulesi durmaktaydı. Altında da 2 farklı erkek elinde 2 farklı çeşit çiçek demetiyle muhtemelen 2 farklı kadını beklemekteydi. Denizden meydana doğru esen rüzgârı hissedebiliyordum ama denizi görmek pek mümkün değildi. Seyyahın rotasını takip etmeye karar verdim ve denize doğru ilerleyip iskeleden itibaren seyahatimin kronometresini başlatacaktım.

Denize nereden çıkarım, diye yoldan geçen birine sordum. Eliyle köşedeki dönercinin sokağına girmem gerektiğini belirtti. İlerledim. Dönerin kokusunu alınca içimdeki mayhoş bulantıyı emebileceğini düşünerek bir tane sipariş ettim. Hızlıca hazırladı döneri. Aldım ve sokağa girdim.

Bu dar sokaklarda ne zaman yürüsem aklıma çocukluk yıllarımda kaybolduğum çarşı sokakları gelirdi. Karşılıklı dükkânlarda bağrış çağrış bir şeyler satmaya çalışan kent esnafları ve onların önünde sıkı pazarlıklara girişmiş cevval kadınlar arasından sıyrılıp kendi keşiflerinin peşine düşen cevval çocuklardandık. Bu dar sokaklarda uzun uzadıya yürümek pek mümkün değildi. Kıvrıla kıvrıla eklemlenmiş bu sokaklarda zaten bir sağ bir de sol yaptın mı hemen kaybolmuş sayılırdın.

Elimde döner ekmeğimle yürürken bir sağ ve bir sol yapmayı içimden geçirdim. Her şey tıpkı çocukluğumdaki gibiydi. Bu sokaklar da kargacık burgacıktı. Hem zaten artık çocuk değildim. Eşek kadar adam olmuştum. Kaybolacak halim yoktu ya!

İlerideki telefoncudan sağa döndüm. Köşede kumaşçıyı görünce oradan da sola dönerim diye aklımdan geçirdim ve bir patlama sesiyle kuşların kanat çırpışlarını peş peşe duydum. Güneşin batmasına yakın gelen bu patlamayla dar sokakların tamamı karanlığa gömülmüştü.

İnsanlar kaçışmıyordu ama. Bir esnaf bile mum yakmıyordu. Kanıksanmış bir durum olduğunu fark ettim o anda. Hemen sonrasında sokak başındaki kumaşçının el altından bir mumu 100 dolardan sattığına kulak misafiri oldum. Polise haber verirse ecdadını s…miş. Bir esnafın böyle yağlı bir müşterisine bu tarzda konuşabileceğini aklımın ucundan geçirmezdim.

Patlamadan önce nasıl bir ses bulutu varsa ne bir eksik ne bir fazla, patlamadan sonra da o ses bulutu ortada asılı durmaktaydı. Küçük bir çocukken babamın havuç ye gece körlüğüne iyi gelir sözlerini hatırladım. Sanki gece körlüğünden korunmak için her gün onlarca havuç yemiş gibiydi bu insanlar. Zaten o anda yemediğim havuçların azabını şah damarımda hissettim. İçimden bir çığlık patladı. Kuşların kanat seslerini bir kez daha duydum. Vapur sesi imdadıma yetişti. Çalmaya devam et kaptan sese geliyorum diye haykırdım. Duyup duymadığını bilmiyor olsam da kaptan vapurun kornasını çalmaya devam etti.

Koşarak ilerliyordum vapur sesine. Bu kargacık burgacık dar sokaklarda kargacık burgacık koşturuyordum. Hiç bir duvara çarpmadan ilerledim. Ama insanlara defalarca kez çarptım. Sonunda bir düzlüğe döndüm ve önümde vapurun siluetini gördüm. Koşar adım ilerledim ve kaptana: Hadi kaptan gidelim bu lanet şehirden, diye bağırdım!

Kaptan hiç oralı olmadı. İçtiği çaydan son yudumu alıp döndü ve “nerelisin” dedi. Söyleyince beni buradan götüremeyeceğini ve bu şehre karadan gelerek hayatımın hatasını yaptığımı söyledi. Artık bu kanıksamış insanlarla yaşamak zorunda olduğumu söyledi. Bir havuç koydu cebime ve kendi rotasına doğru hareket etti.

Deniz Baran

Konuk Yazar
Konuk Yazarhttp://www.felsefehayat.net
Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız makalelerinizi themetallords@hotmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

DİĞER YAZILAR