Damlalar

Kalabalık bir latin gecesi olacağı önceki gün yapılan “canlı müzik” duyurusunda belliydi. Müziğin ritmiyle ruhunu tüm uzuvlarını kullanarak dışarı yansıtmanın hoparlörle veya tükürüklü bir mikrofonla ilgisi yoktu benim için. Nereden gelirse gelsin, içine işlemesindeydi bütün sihir.

Ne var ki öyle ya da böyle sanki King Kong binayı yerinden sökmüş elinde sallıyormuşçasına yeri yerinden oynatan bu ayaklar bir dans gecesi için olmazsa olmazdı. Böyle gecelerde en çok göze çarpanlar listesinde ne kadar süredir dans ettiğini çaktırmamaya çalışanlar ve bunu cümle aleme sergileme derdinde olanlar başı çekiyordu. Pistin tam ortasında dans ettiği kadının topuğu kırılıp yere düşse dahi figürlerinin istifini bozmayacak, kemikleri olmasa dikkat çekmek için başını bacaklarının arasından geçirmeyi dahi deneyecek latin prensi ne kadar çıplaksa, barın kenarına gizlenmiş, muhtemelen bir önceki dans dersinden sonra boncuk boncuk terleyip kızarana kadar çalıştığı figürlerini tekrar eden korkak dansçı da o kadar çıplaktı.

İçki içmeden dansa kaldırma cesareti toplayamayan erkekler, dansa kaldırılınca Oscar konuşması yapmaya çağırılmışcasına kaçacak delik arayan kadınlar, kaldırılmayınca gelen 35 yaş sonrası evde kalmışlık hissiyle eşdeğer çaresizlik, ritmi hızlı gelen erkek dansçıya ayak uyduramamaktan doğan mahçubiyet, yavaş ritimliler karşısında harcanıyor olma düşüncesinin yarattığı hayal kırıklığı…Bu tavırlar bir dans tutkusunun ürünleri değildi, toplum baskısının müzik ve birkaç temel adım eşliğinde sergilenen bir tiyatrosuydu. Ruhu rahatlatmaya ve gevşetmeye yönelik bir aktivitenin böyle hiyerarşikleşmesini ve ilüzyonik kurallarla dolup taşmasını izlemek trajikomik bir durumdu. İçkimin hazırlanmasını beklerken sol yanımdaki bar sandalyesinde bir kaktüsün üstüne monte edilmiş gibi oturan genç kızın şarkı bittiği an yerinden sıçrayıp bir podyum mankeni edasıyla salınarak sergilediği pasif dansa kaldırılma çabasını izledim. Sağımda onu dansa kaldırabilmek için on dakikadır önündeki şarap kadehiyle konuşarak prova yapan anksiyetik bir dansçı olduğundan bir haberdi.

Cin toniğimi alıp bara arkamı döndüğümde ise kollarını sıkı sıkı kavuşturmuş uluslararası bir salsa yarışması jürisi konsantrasyonuyla dans edenleri izleyen adam çekti dikkatimi. Erkeğin komutlarını her figürde düzgün alamayan, dengesi bozulan, partnerinin karşısında solo dans etmelerini gerektiren şarkının ”shine” bölümünü akıcı devam ettiremeyen tüm kadınların üstüne gözleriyle kocaman kırmızı çarpılar koyuyordu adeta. Kimse yargılamamalıydı ”shine” sırası geldiği an onu kendi haline bırakan partnerine ahtapot gibi tutunan kadını. Mayınlarla dolu bir tarladan farksız olan bu dans pistinde herkesin tek bir hedefi vardı aslında; dans etmek. Gel gelelim, bu hedefe ulaşmamak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlardı.

Bardağımın kenarındaki limonu kemiriyordum ki üzerimde bakışlar hissettim. Kırmızı rujuyla kırmızı elbisesinin tonunu ustaca tutturmuş omuzlarıyla müziğe ritm tutan bir kız beni izliyordu. Göz göze geldiğimiz an bir saattir aynı filmi seyrettiğimizden emindim. Bahçe çimi fıskiyesini andıran bir zıplamayla yanımda belirdi. Kadın yerine koymaktan içemediği şarabını elinden aldı sağımdaki bar sandalyesine kazık çakmış adamın. Elinden tutup piste doğru yöneldi zevkten dört köşe olmuş müstakbel partneriyle.

Yolları yarılanmışken gök gürültüsü hiçbir uyarıda bulunmadan sağnak yağmuru başlattı. O gece ilk defa ne olacağını öngöremeyerek çekirge gibi oradan oraya sıçrayanların aksine kırmızılı kızın hiç istifini bozmadan şaşkın partnerinin karşısında dansa başlamasına şahit oldum. Ne ıslanmak önemliydi, ne de fırtınanın etkisiyle uçup giden ayakkabıları. Korkak şarapçıya on kaplan gücü verecek kadar içe işleyen bir tavırdı bu. Koca mekanın ortasında bir çift karınca kadar kalmış bu herküller kalabalığın tamamını hipnotize etmişti. Yağmurun şiddetine tezat bir biblolaşma içindeydiler. O an biraz bile kuru kalmak ruhun özgürlüğüne yapılacak bir hakaretten farksızdı.

Damlaların o nefes daraltan havayı sinsice silişini izledim, bu bar sandalyesinde sonsuza kadar oturabilirdim…

Deniz Baran

Konuk Yazar
Konuk Yazarhttp://www.felsefehayat.net
Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız makalelerinizi themetallords@hotmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

DİĞER YAZILAR