Ana SayfaYazarlarKonuk YazarKör Karanlık Kuyudan Kurtuluş

Kör Karanlık Kuyudan Kurtuluş

Dağlar… Yaman, kurak, yaşlı dağlar… Ve dağların sarılığını mavisiyle süsleyen güzel gökyüzü. Bulutların ahenk ile şiir yazdığı güzel memleket. Suyu Zümrüd-ü Anka’nın o şifalı gözyaşı, rüzgârı Şah İsmail’in nefesi olan büyülü topraklar… Toprağım, vatanım, yârim.

Benim ruhum kararmış, burnum kan kokusundan başka bir kokuya yabancı kalmış, kulaklarım feryat eden insanların sesiyle boğulmuş. Duvarın boyuyla eşit, İsfahan’ı en ince ayrıntısına kadar gören büyük pencerenin önüne oturmuş tüm kötü anılarımı pencereden esen rüzgârla uzaklara, çok uzaklara göndermek istiyorum. Gözlerimi kapatıyorum. Oturduğum koltuğa yaslıyorum başımı. Az sonra ruhum bedenimi terk ediyor bir süreliğine, uykuya dalıyorum.

Sonra birden açık, büyük penceremin önünde bir kanat çırpınışı duyuyorum. Pencereye dikkatli bakıyorum fakat karşımda gördüğüm tek şey İsfahan’ın kendisi oluyor. Nasılda inci gibi dizilmiş şehir… Sanki yaptığı mücevherleriyle ün kazanmış bir ustanın elinden çıkmış gibi parlak, güzel bir inciden kolye; şiirleriyle yürek burkan bir şairin kaleminden dökülmüş en can alıcı mısra gibi hüzünlü, ahenkli. Penceremin önünde kuş yok fakat ben kanat seslerini çok net duyabiliyorum. Yavaş yavaş pencereme doğru yürüyorum, İsfahan daha çok alıyor gözümü, gözlerim onun güzelliğinden kör olacak gibi yanıyor, kanat sesleri daha çok yaklaşıyor. Sonra yukarıya kaldırıyorum başımı, öyle bir ışık görüyorum ki baktığım yerde… Güneşten bir parça kopmuş gibi bir ışık bu, ışığın arasında iki büyük çırpınan kanadı görüyorum. Uzun saçlarını penceremin kenarına dolamış beni bekliyor, o! Bu Mithra! Perslerin güzel Işık Tanrısı Mithra…

Dilim lal oluyor, elim ayağım taş kesiliyor birden. İsfahan’a bakıyorum, o yerinde duruyor. Pencereme, koltuğuma, odama bakıyorum, onlarda yerli yerinde. Peki ya ben, ben neredeyim? Yine saçma sapan bir hayaldir, hayal gücümün bana oynadığı acımasız oyunlardan biridir diyorum kendi kendime. Pencereyi kapatıp perdeyi örtüyorum. Ellerim titriyor, gördüklerimin bir rüya olduğuna inanarak gözlerimi kapatıp açtığımda kendimi tekrar koltukta bulmayı umut ediyorum. Gözlerim kapalıyken bile Mithra’nın ışığını hissediyorum, kendi kendime her şey bir rüyadan ibaret diye bağırırken ışığın tanrısı Mithra birden tam karşımda beliriveriyor.

Çaresizce ayağa kalkıyorum. Mithra… Mithra ne için beni ziyaret etsin ki? Ne onun varlığına inanırım, ne de onu anarım. Artık bu yaşadığım her neyse mecbur yaşamak zorundayım. Çünkü tam karşımda Ari yüzüyle, kocaman kanatlarıyla, uzun saçlarıyla Mithra, gülümseyerek bana bakıyor! Ben yavaş yavaş sakinleşmeye başlıyorum fakat içimde hala az da olsa korku var. Elim pencerenin koluna gidiyor, sanki pencereyi açınca güvende olacakmışım gibi onu sonuna kadar açıyorum. Perdeleriyse sökercesine çekiştirerek uzaklaştırıyorum camın önünden. Mithra ise yaptığım anlamsız hareketi görünce daha çok gülümsüyor. Yavaş yavaş bana yaklaşıyor.

“Tahmin ettiğimden daha zor alıştın bana, sanki daha önce hiç böyle şeyler yaşamamış gibisin.” diyor Mithra. Sanki keman gibi sesi. “Uzun parmaklı mavi elbiseli adamı hatırlasana, hani değirmendeydiniz… Çuval çuval buğdaylar vardı… O sana ruhunu yetiştirmeyi öğretmişti…”

İçimden Mithra’nın tüm bu olup bitenleri nasıl bildiğini düşünürken, o, bunu cevabını hemen verip, kanatlarını kapatarak ışığını biraz olsun azaltıp, yanıma daha çok yaklaşıp ellerini bana uzatıyor, “ Yapma! Bunları nereden bildiğimi açıklamama gerek yok sanırım.” Ben ise hala cevap vermiyorum. Onun yanında ne kadar ışıksız ve çaresiz kaldığımı görüyorum. “Niçin benim yanıma geldin Mithra? Her şeyi biliyorsan hayal gücümün bana oynadığı bu oyunları da biliyorsundur. Bu oyunları izledikçe çektiğim sıkıntıyı, acıyı da biliyorsundur. Normal olmak istiyorum anlıyor musun? Ne sen, ne mavi elbiseli adam ne de bir başka hayal ürünü istemiyorum. “Terk et burayı”, diyorum aniden, sesimdeki soğukluğa ben bile inanamıyorum. Fakat Mithra söylediklerimi yadırgamadan sakince az önce oturduğum koltuğa oturuyor.” Gördüğüm en gamsız hayal ürünü.”diye iç geçiriyorum. “Çok acı çektin… Son nefes alış verişlerin hep zoraki oldu, biliyorum. Uykularından hep kâbuslarla uyandın. Vicdan azabı çektin, biliyorum. Sen Ehrimen’in kör karanlık kuyusunun içine düştün, kıvranıyorsun. Ehrimen… Karanlığın ve kötülüğün kahrolası tanrısı… Senin ruhunu oraya hapsetmiş anlıyor musun? Ve ben sana yardım edeceğim, ruhun aydınlıklara boğulacak ve sen, güleceksin…”

Ben tüm bu söylediklerinden sonra dizinin dibine oturuyorum Mithra’nın. Elimi tutup bana gülümsüyor. “Mithra… Ben ne senin, ne de Ehrimen’in varlığına inanırım. Fakat şuan bildiğim tek şey, gerçekten yardıma ihtiyacımın olduğu. Nasıl yapacaksın bilmiyorum, bana ne söyleyeceksin onu da bilmiyorum ama yardımını kabul ediyorum.” Mithra, Eski Farsça bir şeyler mırıldanıyor, onun ne söylediğini tam anlamıyorum ama söyledikleri bir duayı andırıyor. Birden yerden yükseldiğimi hissediyorum, tıpkı Mithra gibi ışıkla doluyorum ve kanatlanıyorum. Birlikte pencereden dışarı çıkıyoruz. “Hala bir rüya olduğunu düşünüyorsun değil mi? Ruhun kararmaya başlamış… Diğer insanlar gibi böyle bir şeyin mümkün olamayacağını düşünüyorsun. Bekle, daha tam aydınlanmadın…”

İsfahan! Karşımdayken büyüsünden sarhoş olduğum İsfahan! Ayaklarımın altında… Çehel Sütunlu Saray göz kırpıyor bana. Zayende Nehri, ışıl ışıl el sallıyor. “Nereye gidiyoruz Mithra?” diye soruyorum huzurlu bir sesle. “Ölülerinin yanına gidiyoruz… Acı çekmene katlanamıyorlar, seni aydınlıklar içinde görmek istiyorlar.” Sonra Mithra beni kolumdan tutup Zayende Nehri’nin derinliklerine çekiyor. Tam karşımda, ölülerim dizilmiş bana bakıyor. Hepsi nasıl mutlu, nasıl heyecanlı… Ellerimden tutup bana ne kadar mutlu olduklarını, mücadele ederek ölmenin nasıl kutsal bir değer olduğunu anlatıyor. Beni ne kadar sevdiklerini söylüyorlar… Ben de onlara onlar için ne kadar üzüldüğümü, kahrolduğumu onları anlatamayacağım kadar çok sevdiğimi söylüyorum. Mutluluğumdan ağlıyorum… “Gidelim artık, gün ağarmak üzere.” diye sesleniyor Mithra. Ölülerimden, hepsine teker teker sarılıp öperek ayrılıyorum. Zayende Nehri’nden çıkıp tekrar yükseliyoruz. “Gülümse! Karanlıktakiler gülümseyenden korkarlar, kör karanlık kuyularına çekemezler bir daha seni. Ruhun artık aydınlıklar içinde ışıl ışıl yanıyor, gülümse! Unutma ben yalnızca aydınlıkların tanrısı değilim, mücadelenin, eşitliğin de tanrısıyım. Bana inanmasan bile ruhunu aydınlığa çıkarmak benim görevim. Gülümse!”

Gözlerimi bir ışıkla açıyorum yine. Başımı yaslayıp uykuya daldığım koltukta buluyorum kendimi. İsfahan’da gün ağarmış… Nasıl güzel, nasıl cıvıl cıvıl görünüyor… Yaşadıklarımın rüya mı, yoksa gerçek mi olduğu umurumda bile değil. Yaşadığım şey öyle güzeldi ki, bunları umursayacak durumda değilim. Pencereye yaklaşıp kollarımı İsfahan’a karşı açıyorum. Zayende Nehri daha güzel akıyor sanki… Güneş daha güzel doğmuş bugün. Kör karanlık kuyumdan kurtuldum sonunda… Mithra, mücadelenin, ışığın tanrısı, sen İsfahan’a ne güzel yakışıyormuşsun meğer…

Ve bugünden sonra hep Zayende Nehri gibi güzel akacak ruhum. İsfahan, sen bana her zaman iyi gelmişsindir zaten!

İrem Tunay

Konuk Yazar
Konuk Yazarhttp://www.felsefehayat.net
Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız makalelerinizi themetallords@hotmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır.

11 YORUMLAR

  1. Bu sefer ifşa edeceğim kendimi.

    Konu bütünlüğü ve anlatılmak isteneni çok keskin bir biçimde vermişsin İrem. Çok ta güzel olmuş.
    Başarılarının devamını dilerim.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

DİĞER YAZILAR