Ana SayfaYazarlarKonuk YazarModern Yalnızlıklar

Modern Yalnızlıklar

Yalnızız… Bizler tanrının imalathanesinden özenle yaratıldıktan sonra seçilmiş kadar şanslı ve o şansın yaver gitmeyeceği bir gerçeğin yüzümüzdeki soğuk tokadı, enselerimizdeki keskin nefesi kadar da şanssızız.

Modern yalnızlıklar yaşıyoruz. Bizler modern yalnızlarız. Hem yalnızız hem de hiç yalnız değiliz. Yalnız deyip yalnızlığımıza merhem bulmaya çalışsak yalnız olmadığımız gerçeği kendini köşeden gösteriyor. Yalnız olmadığımıza inandığımız anlarda gözlerimizin içine ağlarcasına bakan o sessiz figanların koca ve keskin ağzını taşıyan yalnızlığımız kendini belli ediyor. Adeta bıçak gibi kesip bizden uzaklara savuracak rüzgârların kollarına atıyor kalabalığımızı. Alt edilmez alt edilmek bilmez yalnızlık ve yalnız olmama sanısı. Bir yanında yakamızın bir yarısı diğer yanında öbür yarısı… Bu bir bıçak, bu bir paslı çivi gibi ruhumuza saplı…

Modern yalnızlıklar yaşıyoruz. Bizler modern yalnızlarız. Modern zamanların acınacak yalnızlarıyız. Gülüşlerimiz irademiz dışında öğrendiğimiz alfabelere mahkum. En fazla birkaç karakter kadar gülebilir, ağlayabilir ve en fazla bizim olmayan bir şiirle, denemeyle, romanla ya da oyunla acımızı ifade edebiliriz. Veyahut yüzünü görmediğimiz cinsiyetini bilmediğimiz, kimin nerede ne zaman nasıl bir halde hangi ruh haliyle çektiğine tanık olmadığımız fotoğraflarla acımızı tarif etmeye çalışabiliriz. Bazılarımız belki şanslıdır. Onlar yazarlar. Hem kendilerine hem başkalarına dil olur, kelimeleri birbirine yalnızlığın üstüne tam oturacak şekilde dikebilirler. Ama onlarda bilir ki, hangi dilde konuşursak konuşalım, terketmez o dili yalnızlık denen aksan.

Ne karşımızdaki gülüşlerin sahtesinden emin olabiliriz ne de üzüntülerinden. Âşık olduğumuz yüzler, bakınca titrediğimiz o gözler ilk defa nasıl gördüysek hep öyle bakarlar bize. Onların kıpırtısız, sessiz dünyalarında kendimizce bir şeyler inşa eder yine o inşa ettiğimiz sessiz kıpırtısız ve misafiri hiç olmayan dünyalarda inşa ettiklerimizi yıkarız.

Doğrusu bizler çok şanssız insanlarınız. Bizler kendi yarattığımız ve tanrılığa soyunduğumuz dünyalarımızda tam birer fiyaskoyuz. Tam bir kaybediliş, tam bir yıkım… Sırtımızda enkazlarımız var. O donuk, kıpırtısız, yalnızca bakan, yalnızca görülen ve görmeyen, yalnızca bizim yazdıklarımızı oynayan hayatları taşıyabilecek kadar küçük omuzlarımız var da düşecek tek bir sonbahar yaprağına bel verecek hayallerimiz, cesaretimiz, isteklerimiz yok. Doğrusu bizler çok şanssızız.

İniltilerimizi bizden başka hiç kimse duymaz. Sevişeceksek yalnız başımıza terimiz terimize bulanmadan sevişiriz. İniltilerimiz her zaman kristal bir dünyanın o dümdüz duvarına pençelerini geçirir, o camın, o bizi bize sunan aynanın öte tarafına geçmeye çalışır. Yalnız sevişiriz, yalnız güleriz, yalnız ağlarız. Ve bu yüzden sevdik şarkıları, bu yüzden insanlardan daha çok nefret ettik, bu yüzden hepimiz üstün insan olduk, bu yüzden hiçbirimiz haksız olmadı, bu yüzden herkes birer cilaydı parlak zekamıza ve egolarımıza. Doğrusu bizler çok şanssızız.

Kendi ellerimizle ve emellerimizle var ettiğimiz, yarattığımız, tanrısı kulu, düşeni düşüreni, kalkanı kaldıranı olduğumuz bu dünyalarımızda kimliksizliğimiz ya da tamamen kendi seçtiklerimizle var ettiğimiz kimliklerimizle özgür sandık kendimizi. Her dilde özgürüz diyebiliyorduk. İstediğimiz zaman Hiroşima’lı bir Japon’duk, istediğimiz zaman Dersimli bir Alevi. İstediğimiz zaman Amed’in sokaklarında bir Kürt, Mardin’de koskoca tarih kadar yaşlı bir Süryani. Yılın belli günlerinde Çanakkale’de yatan kefensiz bir şehit, dağda topraksız mezarda bir gerilla. Doğrusu bizler çok şanssızız.

Her birimiz özgür dünyamızın sınırlarını genişletmeye çalıştık. Bizim bildiklerimiz doğruydu. Hepimiz savaş karşıtıydık. Hepimizin kollarında, göğsünde, ellerinde ayaklarında ve daha sayılmayacak birçok yerinde o meşhur savaş karşıtı dövme vardı. Sayfalarımızın duvarlarına çerçevesiz astığımız bütün fotoğraflarda açlığın ve tanrısızlığın o bıçak kadar keskin olduğu coğrafyalardaki birer Afrikalı’ydık. Bir siyah haksızlığa uğradığında, hepimiz Malcolm X kesilirdik. İçimizde birer Luther King dirilir, ben ölmedim buradayım, derdi. Hiçbir zaman yüzünü görmediğimiz ve görmeyeceğimiz bir mazlum yüzüne bir tokat yediğinde birer Che olur, oturduğumuz koltuktan devrim yapar Castro’ya gerek kalmadığını söylerdik. Bir damla kan aranmaya görsün, hepimiz hastanın başında Florence Nightingale kesilir, kan bulunana can dirilene kadar ona baka kollardık.

Ama her şey bir power düğmesinin üstüne binecek azıcık bir yüke kadardı. Bizim tanrılarımız aslında telefon şirketleridir. Peygamberlerimiz modemler, telefonlar, site adminleri, sayfa sahipleridir. Her şey ödenmemiş bir faturaya, kopan bir kabloya, küçük çaplı da olsa bir felakete kadardır yarattığımız dünyaların akıbeti. Ondan sonrası yalnızlık, ıssızlık, kimsesizlik ve en başında da hiç çekemeyip kaçtığımız kendi kendimize kalmışlık. Aslımızla, kendimizle, benliğimizin bütün uçsuz bucaksızlığıyla ve dindiremediğimiz kendimizden sıkışmışlığımızla bizler, kendi kendimize kalmanın adını yalnızlık koyduk. Ve bu yalnızlıkla üstümüze yıkılacak nice kumdan kaleler inşa edip içlerinde saklandık.

Doğrusu bizler çok şanssızdık.

İbrahim Sarp Baysu

Konuk Yazar
Konuk Yazarhttp://www.felsefehayat.net
Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız makalelerinizi themetallords@hotmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

DİĞER YAZILAR