Ana SayfaDenemeTarih Felsefesi

Tarih Felsefesi

Tarihin ne olması ya da olmaması gerektiği üzerine o kadar değerlendirme mevcuttur ki ister felsefi ister ideolojik olsun, olgu, tam anlamıyla bir türlü kendini ifade etme şansını bulamamış ve bu sayede tarafsız bir tavır sergileyememiştir diyebiliriz. Belki de doğru olan da budur; “tarihin tam olarak tarifinin hiçbir zaman mümkün olamayacağı” gibi… İşte tam bu noktada tarihin hem olgusal yönünün hem de kavramsal yönünün bu yazıda nasıl ele alınacağını da kestirmek mümkün olacaktır diye düşünüyorum. Kısacası bu yazı birçok filozoftan ve düşünürden alıntı üzerine kafa yormakla beraber hiçbir ideolojik kaygı taşımaksızın sadece insanları düşünmeye, irdelemeye sevk etmeyi arzulamaktadır. Bu aşamada yazı, yaşamı, tarihi, ideolojiyi, düşünceyi, yani felsefeyi barındıran her şeyi, “tüm şeyleri” yepyeni bir prototip haline getirmede araç olarak tasarlanmıştır diyebiliriz. Tüm bu irdelemeleri yaparken eski ya da modern entelektüel birkaç söylemi de yinelemekte yarar olacağını düşünüyorum. Referanslarımızın, felsefi-siyasi literatürden esinlenerek oluşturulmasına dikkat edilecektir.

Tarih, her şeyin süreklilik içinde yok edilip, yerine yenisinin inşa edildiği bir savaşımın, kısacası fikir karmaşasının doğal arenasıdır.

Tarihin kendisini yenilediğini çoğunluk kabul etmiş durumdadır. Asıl sorun da bu aşamada ortaya çıkmaktadır. Yani bu devinimin ya da değişimin dinamikleri nelerdir? Kaygılarımız -bu noktadan sonra- tarihin edimselliğinin sebepleri konusunda daha da yoğunlaşmaktadır diyebiliriz. Yapılacak olan açıklamaların ideolojik ya da önyargısal çıkarımlar içermesi son derece normal karşılanmalıdır, çünkü bizim için önemli olan yapılan açıklamaların ideolojisi ya da duruşu değil bunların bizim fikri anlamda olgunlaşmamız ve düşüncenin akışına hız verecek olmasıdır. İleri atılan görüşlerin bu nüanslar ışığında gözden geçirilmesi gerekmektedir; bilhassa bunların sayesinde yapılan alıntılara karşı bir önyargı duvarını da kısmen yumuşatacaktır.

Tarih, salt olarak karşıt fikirlerin mücadelesidir, ama bazen de aynı anlayışa sahip tezlerin ileri varyasyonlarıdır. Bütün bunlar tarihi etkilemekte ve derinden sarsmaktadır.

Tarih hakkında söylenenlerden biri de onun devrimin gölgesi olduğunu ileri süren görüştür. Klasik olarak tüm komünist veya radikal liderlerin feyz aldığı bu savunu tarihin edimselliğini kabul etmeyip onu şekillendiren şeyin eylemler olduğunu ileri sürer. Gerilla lideri aynı zaman da halen Küba Komünist Partisi lideri olan F. Castro şunu dile getirmektedir:

Tarih, eylemlerin bir yan ürünüdür.

Gerçekten de tarih eylemlerin bir yan ürünüdür derken ünlü lider Castro’nun samimiyeti kuşkusuzdur; fakat ileri sürülen düşünce tamamen ideolojiktir. Çünkü Castro, inatçı bir Marksist ve gerilla lideridir; kısacası Marksist öğretinin kararlı bir savunucusu ve pratikçisidir. Onda hayat bulan tarih anlayışı ve fikri, sadece mücadeleci bir komünist anlayışa göre şekillenip, yönünü bulmuştur diyebiliriz. Tarihi sadece eylem savaşı ve sonucu görmek kuşkusuz bu yazıyı tatmin açısından imkânsıza yakındır. Bu yüzden daha bireysel ama çok aşırı ideolojik unsurlar içermeyen tanımlara bakmaya devam edeceğiz.

Geçmişte üzerinde çok tartışılan hatta gelecekte de tartışılmaya devam edilecek olan konudur tarih. Şimdi gelin Nietzsche’ye kulak verip onun postmodern anlayışına bir göz atalım. Burada ona yer vermemizin nedeni ise kendisinin felsefi alanda çarpıcı ve farklı noktalarda bir anlayış geliştirmiş olmasıdır. 20. yüzyılın en başat ve enerjik düşünürlerinden biri olan Nietzsche (Tarih Üzerine adlı eserinde) şunları söylemektedir: “Tarih ancak güçlü kişilikler tarafından çekilip taşınır, güçsüzler ise bütünüyle söndürürler onu.”(1)

Nietzsche’de dillenen ve vurgulanan üstün insan kavramı onun tarihe bakış açısını bile şekillendirmiştir, bu açıkça görülmektedir. Nietzsche’nin entelektüel birikimine bakarsak bu son derece normaldir. Çünkü çağının geleneğini farklı şekilde algılamış hatta reddetmiştir. Bu açıdan düşünürün açıklamalarını ideolojik olarak değilse de bunu bireysel -vargılar- olarak değerlendirmek daha akıllıca olur herhalde. Ayrıca onun tarih anlayışındaki bengi-dönüş kavramına da değinmekte yarar olacağını düşünüyorum. İşin özü şu: düşünür tarihin bir tekrardan ibaret olduğunu ileri sürerek belki de kendi tutarlılığı açısından felsefesinde en büyük tezadı da burada ortaya çıkmaktadır diyebiliriz. Çünkü düşünür her şeyin yenisine karşı direnmenin önemini söylemiş ve karşı çıkmış olup, bunların yeniden yok edilerek tasarlanmasını istemiş ve arzulamıştır. Nietzsche tarafından serimlenen, kötümsenen tarih yine aynı düşünürün ağzından şöyle dökülür:

Tarih, yazısına benzer bir şey ender bulunur birinin kafasından çıkmıyorsa bu yazıya inanmayın.

Bütün bunlar gösteriyor ki uyarılar, Nietzsche’de vücut bulurken önemli olanın, sanat-üstün insan modeliyle bizzat kurulmuş bir tarih görüntüsü olduğuna bizi götürür ki bu da onun yargılarının hiç de nesnel olmadığını gösterir. Anlatmak istediğimizi Thucydides şöyle bir savunuyla vurgulamaktadır. Thucydides bu sözüyle insan doğasının en büyük merakını yani “bilmeyi” törpülemektedir sanki: “İnsan doğası gereği değişmediğinden geçmişin siyasal olayları gelecekte tekrarlanacaktır.”(2)

18. ve 19. yy değerler dizisine baktığımızda bu dönemde, dünyanın fikri ve felsefi planda şekillendiğini görmekteyiz; bu, kuşkusuz tartışılmaz bir gerçektir. Bu dönemde adını Alman Aydınlanmasının baş tacı sayılan Hegel’e kulak verelim. Kuramsal düşüncenin mimarı olarak da bilinen Hegel, Tarih Felsefesi adlı eserinde şunu söylemektedir:

Dünya tarihi, özgürlük bilincinin ilerlemesidir. (3)

Felsefi içeriğe düşünce eylemi diyen Hegel, burada içinde bulunduğu sistematiği bize çok açıkça göstermektedir. Hegel’in, tarihi bir düşünce ilerlemesi ya da bilinç olarak görmesi doğaldır. Onun felsefesini üç sacayağı oluşturur:*Bunlardan birincisi, evrenin yaratılışı, dolayısıyla Tanrı varlığını bir varlıkbilim sorunu olarak işleyen mantık, ikincisi tanrısal varlığın özdeksel evrende tinsel bir nitelik taşıyan açılımını konu edinen doğa felsefesi, üçüncüsü de insan tininde, yaratılış olayından kaynaklanan ve yeniden Tanrı’ ya dönüşü açıklamaya çalışan tinin felsefesidir.

Bütün felsefesini metafizikle besleyen Hegel bunları söylüyor ve başka bir çıkışında da devam ediyor:

Tarih, mükemmelliğin rasyonel bir tarzı olarak, gelişmektedir. (4)

Tarih mefhumu hakkında çok çeşitli görüşlerle dolu olan felsefi yazın, daha birçoğunu da türetmektedir. Var olmasını da buna borçludur. Tarih bu çeşitliliği sayesinde belki de tarih olarak adlandırıldı. Tarih tekdüze bir süreci kaldırabilir miydi? Ya da tarihi tarih yapan onun bu fikri zenginliği miydi? Kesinlikle tarih tekdüze bir forma bürünemezdi, çünkü diyalektik dağarcığa sahipti, sonrasında bu diyalektik kendi içselleştirdiklerinden tarihi yarattı.

Yazı boyunca anlaşılacağı üzere hiçbir surette objektif bir tarih yorumu ve analizi mümkün olamamaktadır. Bu tanımların, yorumların gerçeklik iddiası birer kuruntudur. Bu açıdan tarih kendi içerisinde kural ve yasa tanımayan bir yapıya mahkûmdur, bu yüzden tarihin sonunu bilmek ya da geleceği tahmin yeteneği de burada çürütülmektedir diyebilir miyiz? Bakalım bunun zıddı bir anlayış sergileyen determinist anlayış tarihin şeceresi hakkında neler sarf etmiş? Hayattayken determinizme (gerekircilik) bel bağlayanlardan bir düşünür ve devrimci olan K. Marks da, kendi içerisinde tutarlı olan ideolojisini sistematize ederken tarihi salt ekonomik bir devinim (sınıf çatışması) olarak tasarlamış ve gerçek kılmaya çalışmıştır.

Tarih doğaya karşı gelmenin meydana getirdiği şeylerin toplamıdır, tarih doğaya karşı gelme isteğinin bir sonucudur, ürünüdür.

Marks’ın siyaset kuramı, geleneksel türde -insanın ihtiyaçları veya insan doğası üzerine bir kuram, devlet, yurttaşlık kuramı, adalet, hukuk ve insan hakları kuramı gibi- bir kuram değildi. Onunki daha ziyade, içinde siyasal düşüncelerin, davranışların ve kurumların ortaya çıktığı bir yapı kuramıydı. Önsözde dediği gibi, bu, görüngüleri “koşullayan” ve onların “tepkisine cevap veren” bir yapıydı. 5 Mart 1852 tarihli bir mektupta Marks, yaptıklarını özetliyordu: Benim yeni olarak ortaya koyduğum;

*1) sınıfların varlığının ancak üretim sürecindeki belli tarihsel evrelere bağlı olduğunu,
*2) sınıf çatışmasının, zorunlu olarak proleterya diktatörlüğüne yol açacağını,
*3) bu diktatörlüğün sadece bütün sınıfların kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişi sağlayacağını kanıtlamaktı.

Uzlaşmaz siyasal bir görüşe ve kendi içinde şartlı-kapalı bir evrene sahip olan dünya görüşünü ya da tarihi, böyle sınırlandıran Marks, tam bir taraftar gibi kısacası bütün şeyleri ekonomik nedenlere indirgeyen bir perspektiften ele almış, yorumlamıştır. Peki, bu ne kadar gerçektir, ya da doğrudur? İktisadi çıkarlar tarihi belirleyici başat bir rol üstlenebilir mi? Zihinsel üretim, maddi üretim değiştikçe orantılı olarak değişir mi? Tarih, hâkim (egemen) sınıfın dürtü ve görüşüyle mi yıkılır, değişir, evrilir?

Karşıt bir örnek:

“Isaac Newton’un yerçekimi yasası formülasyonu, İngiltere’deki sınıf mücadelesinden mi doğmuştur?” Bu örnekten de anlaşılacağı gibi Marks’ın determinist tavrı kendi içinde çelişmektedir. Eğer tüm fikirler (tarih) iktisadi bir itici tarafından yaratılıyor ya da yaratıldıysa Marks’ın kendine ait düşünceleri de böyle mi oluşmuştu? Kısacası, acaba Marks’ın fikirleri gerçekle uyuşmuyor mu, ya da kendi fikirlerinin arka planının -o kendine has iktisadilikten- bir istisna olarak etkilenmediğini savunursa bu kendi ileri sürdüğü tezi yadsımaz mı?

Komünizm, tarih bilmecesinin çözülmesidir. (5)

Marksizm’in tarihe bakış açısı, kahramanların, bireylerin değil, başat olarak kitlelerin (ekonomik anlamda) daha doğrusu çıkarları birbirine zıt toplulukların kavgası olarak özetlenebilir. Marks’ın görüşlerinin arka planını gerekircilik (determinizm), diyalektik, pratiğin hayati önemi, şeklinde de izah edebiliriz.

Marks’ı tartıştıktan sonra şimdi eski Britanya Komünist Parti üyesi ve tarihsel sosyolojide adını duyurmuş olan Thompson’a değinelim: “Tarih ne büyük teori imalatı için bir fabrika değildir; seri halinde küçük küçük teorilerin üretildiği bir montaj hattı da değildir. Yabancı imalatçıların teorilerinin “uygulanabildiği “sınanabildiği” ve doğrulanabildiği devasa bir deney istasyonu da değildir. Tarihin işi asla bu değildir. Onun işi kendi nesnesini, gerçek tarihi yeniden bulmak “açıklamak” ve “anlamaktır.”(6)

Thompson bunları dillendirirken, birçok tarihsel verinin, olgunun insanların kendi görüşleri olduğunu ve bu sürecin varsayımları olduğu fikrini yadsımakta, hatta bunu reddedip, revizyonist bir karakterle kabullenememektir. Kendisinin eleştirel tutumuyla kendine has yöntemini kullanarak ele aldığı tarih anlayışı, zamanın İngiliz işçi sınıfı mücadelesi ve sanayi kapitalizmi ışığında şekillenmiştir. Sözün özü olarak Thompson belki biraz daha farklı düşünerek tarihin özgün evrimini idrak etmiş ve ifade etmeye çalışmış.

Ön sonuç olarak;

Her bir fikir tarihi yaratır, tarihse fikri yaşatır (mekânsal işlevi). Fikirler görünmezdir ve sürekli değişir, tarih de fikirleri barındırdığına göre, kesinlikle kestirilemez, öngörülemezdir. Bu sebeple tarihin belirlenmiş bir fiziği yoktur diyebiliriz.

Tarihle ilgilenme olayı ve söylenenler fark edildiği üzere çok farklı şekillerde ve yöntemlerle karşımıza çıkmaktadır; tekrar yinelersek “bu son derece doğal bir şeydir.” Kimisi tarihi, bir sanatçının ellerinde görmektedir, kimisi iktisadi bir koşullanmayla sonlandırmıştır, kimisi de bilinemezliği üzerinde durmuştur. Fakat gerçek olan şu ki genelde tarih konusunda söylenenler ideolojik ve ön yargısal ifadelerle doludur. Bu açıdan tarihin ne olması ya da olmaması hakkında bilgece ileri sürülen bu savlar kesin bir sonuç ortaya koyamamaktadır. Kesin olan bir şey varsa o da “tarihin hiçbir zaman durağanlığı kaldıramayan bir yapıya sahip olduğudur”. Bu konu da Sartre’ın yorumu şudur: “Tarih düzen değildir, düzensizliktir, rasyonel bir düzensizlik… Tarih tam da düzeni sağladığı anda onu (düzeni) bozma yolundadır.” Sartre, bize göre yazının nihai amacını ve tutarlılığını işaret eden bu cümleleri, “Tarihin Kendine Has Çelişkisini” ve savaşını en iyi şekilde açıklamak için söylemiş sanki. Fakat tam olarak kastettiği neydi? Tarihin hiçbir zaman bayat olarak muhafaza edilemeyeceğiydi, o her zaman tazelenmeliydi, çünkü gelişmeliydi, bunu kendine has tılsımına borçluydu. Tarih şekilsizdi, ama bu tarihi tarih yapandı, onun sabit bir toplam olmamasındandı. Araştırmaya son derece elverişli bu yapı sonsuz bir çabanın ürünüydü. Felsefeyle ilgisi de buradan kaynaklanmaktadır. Tarih kesinlikle mekânla, düşünceyle sınırlı değildi ve onun yaratıcısı da sadece düşüncenin doğurganlığı, üretkenliğiydi. Unutulmamalıdır ki fikir anaçlığı olmaksızın ne tarih ne sosyoloji ne de felsefe olamazdı. Nietzsche’nin de vurguladığı gibi: “Tarihi objektif olarak anlamaya çalışmak yanlıştır, böyle bir düşünce kuruntudur.”(7)

Sonuç olarak tarihe güvenerek yaşamak veya yaşamı tarihe göre ayarlamak yanılsamadır, çünkü biz anı yaşarken aciz duruma düşeriz. Bu çaresizlik de bizi mecburen tarihi yorumlamaya itmektedir. Düşünürün de söylediği gibi bu sadece bir kuruntudur, kişisel bir tasavvurdan ve tatminden öteye geçemez.

DİPNOTLAR
(1) Nietzsche’nin tarih anlayışında ayrıca “bengi dönüş” kavramı yer almaktadır. Bu kurama göre evren sürekli bir dönüş halindedir. Yani şu anda olan şeyler, geçmişte olanların bir benzeri olmaktan öte bir şey değildir.
(2) Thucydides, burada Antik Yunan ve Roma felsefesinin anlayışını yinelemiştir. Çünkü antik felsefeye göre tarih sadece tekerrürden ibarettir. Ayrıca belirtmek gerekirse, bu geçkin düşünce yapısının Nietzsche üzerindeki etkisi de herkes tarafından bilinmektedir.
(3) Hegel özgürlük çerçevesinde aslında devlet egemenliğini öngörür. Çünkü ona göre akli olan şey devlettir. Ve bahsedilen özgürlük erk aktörlüğüdür diyebiliriz. Bu yapı faşist devlet modelinin de referans noktasıdır aslında, çünkü faşist özgürlük modelinde devlet içindeki birey özgürlüğünü savunur ve bu özgürlük bilinci Tanrı Kutsallığıyla benzeşmiştir. “Devlet yeryüzü tanrısıdır.” HEGEL…
(4) Hegel; tarihin sonunun bilinebileceği görüşünü savunur. Çünkü o bu bilişi Tanrı’nın iradesiyle bağdaştırmış, Tanrının iradesini bilebileceğini iddia etmiş ve savunmuştur. Bu açıdan bakıldığında Hegel’in tarih felsefesi Hıristiyanlık açısından da bir küfürdür.
(5) Marks; tipik materyalist tarzda düşünmüş radikal bir filozoftu, bu yüzden tarihin sonunu o da kendi sistemini kurma hayaliyle yani komünizmle sonlandırmıştır. Tarihi mekanize eden Marks’a göre tarihi sonlandıran bilimsel sosyalizm, bunu yapacak olan ise işçi sınıfıdır.
(6) E.P.Thompson: Eski İngiliz sosyalisti ve eleştirel Marksist teorisyen, Aynı zamanda tarihsel sosyolojide de adını duyurmuş bir akademisyen.
(7) Nietzsche’de var olan reddetme eğilimi ve sorgulama isteği onun en belirgin özelliğidir. Çünkü o değerlerin ve görüşlerin hep aynı mantıkla yapıldığını öne sürer. Bu mantık ideolojik ve kişisel olmak üzere iki anahtar kavramdan oluşur. Nietzsche bunların yadsınması gerektiği üzerinde ısrarla durur. O bu tarz düşüncelerin içgüdü ve tutku orijinli olduğunu vurgular.

KAYNAKÇA

ARNHART; Larry, Plato dan Rawls’a Siyasi Düşünce Tarihi, Adres Yayınları; Çeviri: A.Kemal Bayram
KIZILTEPE; Eylem Nietzsche’nin Tarih Anlayışına Genel Bir Bakış; Uludağ Üniversitesi
REDHEAD; Brian (Derleyen); Siyasal Düşüncenin Temelleri, Karl Marks: Kapitalist Sınıfın Mezar Kazıcısı; Terrell CARVER, Alfa Yayınları
NIETZSCHE F.; Tarih Üzerine; Say Yayınları, 2001.
ŞENEL; Alâeddin, Çağdaş Siyasal Akımlar; İmaj Yayınevi, 2001, Ankara
SKOCPOL; Theda (Editör) Tarihsel Sosyoloji, Bloch ‘dan, Wallerstein ‘e Görüşler ve Yöntemler;2. Baskı; Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Çeviri: Ahmet Fethi

Can Murat Demir

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

buraya bak