Asıl Suçlu Benim

Bulutların sabahki o neşeli ve beyaz gülüşlerinin yerini çatılmış kaşlarıyla nefret dolu bakışlarını yere çeviren, yeryüzüne korku salmış katil bulutlar ve onların en sadık adamları yıldırımlar almıştı. Gökyüzünü hükmü altına alan bulutların bu hali, bir hükümdarın savaş kazanıp adamlarına zafer nidası atmasına benziyordu. Onlar da tıpkı hükümdarın yaptığı gibi aşağıdaki canlılara gücünü ve neler yapabileceğini ispat etmeye çalışıyordu. Binlerce kat yükseklikten yere düşen her bir damlada bulutların sanki aşağıda yaşanan hayata dair bir sitemi bir öfkesi vardı.

Yağmurun şiddetini bedenimde hissederek garip bir titremeyle anlayabildim. Çıplak organlarımın feryat edercesine “üşüyorsun” dediğini duyar gibiydim. Soğuk havanın da etkisiyle zihnimdeki tüm gereksiz düşüncelere son verip, aceleyle çıktığım evden üzerime bir ceket almamanın yersiz pişmanlığını kafamın en kuytu köşesinde yaşadım. Yağmur damlalarının ıslattığı, gözlerime kadar inen dağınık saçlarımı gelişigüzel sağ tarafa atarak, korku romanlarını aratmayan bu yerde, çevreyi gözetlemeye koyuldum.

Önümde henüz ucunu kestiremediğim boş tarlanın sudan renk değiştirmiş kiremit rengi topraklarında rüzgârın korkunç uğultusuyla bir ritim tutturan dolunayın çehresi… Yukarda etrafa ışık saçan yıldızlar her tarafımızı çevirmiş. Karşımda ilk dikkatimi çeken şey dört büyük lastiğin üstünden geçtiği anlaşılan yumuşak topraktaki lastik izleriydi. Bunları gördüğüm an bu ıssız yerde benden başka yabancı birilerinin daha olduğunu düşünerek içimde kısa süreli bir ürperti duydum. Fakat bu korkudan çok meraktı.

Hafif ve iç paralayıcı bir sesin etkisiyle başımı arkaya çevirdiğimde ise her ayak izinin üstünde zerreler halinde çaresizce yere düşmüş kırmızı damlalar gördüm. Önümdeki lastik izleri gibi, bu kan izlerinin de sırrına vakıf olmadığımdan bu işin gizemi maceracı ruhumu kabarttı, izleri takibe koyuldum. Kırmızı damlaların ve lastik izlerinin tam kesiştiği noktadaydım. Edindiğim bilgiler ışığında kafamdan çeşitli tahminler yürütmeye koyuldum ve en geçerli olanı şuydu:

“Şehirde nam salmış yaptıkları haydutluklara, soydukları bankalara, çalıp çırpmalarına, suçlu suçsuz kendilerini rahatsız eden insanları öldürmelerine kadar tüm fena işlerden sorumlu dört kardeş, vukuatlarından sonra muhakkak sırra kadem basmasını da biliyordu. Polisin bulamamasından ötürü çaldıklarıyla kendilerine servet oluşturmaları, bu adamları bir para babası ve şehrin gizli gücü yapmıştı. Fakat son olaydan sonra dört kardeşten en küçüğü bıkmış yahut aydınlanmış olacak ki aylarca planlamış oldukları “şimdiye kadarki en büyük vurgun” dedikleri belki de bir sürü insanın son nefesini vereceği hayasızlığa dur demek istemişti. Bu tepkisinden dolayı aralarında çıkan kavga sonucunda haydutlar kendilerine engel olan gruptaki en küçük kardeşin vücudunda derin yaralar açmış ve onu büyük malikânelerinden beş parasız şekilde sokağa atmışlardı. Haydut grubundan bir kişinin eksilmesiyle birlikte polisin dur durak bilmeyen baskınları artmış ve kardeşlere kötü sonuçlar doğurmaya başlamıştı.

Elbette bir şekilde kurtulmasını biliyorlardı fakat her seferinde “bu gizli malikânemizi de nereden buldular ?”, “bizi kim gammazlıyor?” diyerek, giderek kötüleşen ahvallerine karşı yüzlerini buruşturuyorlardı. Küçük kardeşin onların tüm sırrını polise ifşa etmiş olabileceğini akıllarına biraz geç getirdiler. Bunun üzerine çok geç olmadan peşine düştüler, öncelikle şu an durduğum tarlanın girişinde kardeşlerinin derbeder görüntüsüyle karşılaştılar, hemen işini bitirmek istedikleri halde sadece yaralayabilmişlerdi. Bunun üzerine elindeki yaranın acısıyla kaçmaya çalışan küçük kardeş işte tam durduğum yerde arkasından arabayla gelen abilerine yakalanmıştı. Onun arabaya zorla, tekme tokat bindirildiğini kanın sağa sola düzensizce damlamasından anlamıştım. Çünkü arabaya bindirildiği andan itibaren damlalar son buluyordu. Sadece lastik izlerinin ilerdeki sonsuzluğa doğru eşit aralıklı devamlılığı göze çarpıyordu.

Burada bulunma nedenimin bu esrarengiz işi bizzat görüp, anlamak olduğunu soğuk bir rüzgârın bedenime dolmasıyla hatırladım. İlerde belli belirsiz bir ev vardı. Uzakta hayal meyal gördüğüm bu eve doğru adımlarımı sıklaştırdım. Yağmurun yerini alan katil rüzgâr bedenimi parçalıyordu fakat ben aldırmadan gözü pek ve kararlı bir şekilde yürümeye devam ediyordum.

Ev her adımımda büyüyordu sanki. Toprak bir zemin üzerine kurulmuş, ahşap, iki katlı, bakıma muhtaç evin kapısı orta çağdan kalma gibiydi, iki insanın yan yana durduğunda kaplayabileceği bir alana sahip balkonları ise bez paçavralarıyla süslenmişti. Evin açık kapısından “girsem mi girmesem mi” tereddüdünden sonra içeride ilk hissettiğim terkedilmiş bir evin hüzünlü dağınıklığı oldu. İçerde hiçbir şey yerinde değildi, eşyalara basmamaya çalışarak zorla merdivenlere kadar ilerledim. Etrafa baktıkça içimdeki korkunun azalması merakımın artmasına sebep oluyordu. İçeri girdiğimden beri ışığın hala yanıyor olması ise kuşkusuz büyük bir şanstı.

Bir tarafı göçmüş, bastığınızda tahta sesi gelen merdivenlerin eskilikten dolayı gıcırdamasıyla adımlarımı bir sonraki basamak için temkinleştirme gereği duydum. Merdivenlerin bitmesiyle küçük koridorun loş ve havasız ortamında kalp atışlarımın yankılandığını duyar gibiydim. Üzerinde yürüdüğüm halı eskimiş de olsa pahalı bir İran malına benziyordu.” O halde bir zamanlar burada yaşayanlar yoksul değillerdi” cümlesi zihnimde yankılanmaya başladı. Koridorda ilerlerken üç kapı gözüme çarpıyor, bunlardan ilkinin yatak odası olabileceğini düşündüğümden girme konusunda yine bir tereddüt duyuyorum. Ama ruhumu saran merak bir an olsun beni rahat bırakmıyor ve elimi kapının kirli koluna uzatıyorum.

Kapıyı açmamla birlikte, daha önce hiç duymadığım, “bunu ancak yaşayan bilir” dedikleri cinsten bir korkuyla vücudumu geriye attım, arkamdaki tozlu duvara yaslandığımı, yaşadığım korkunun tesiriyle yere düşen vazonun sesinden çıkarabiliyorum. Ellerim, kollarım her tarafım titriyor, dişlerimin birbirine vuruşu gittikçe sıklaşıyor, kalbim sanki bıraksalar yerinden çıkacak kadar hızlı atıyor, yorgun bacaklarım kilitlenmiş, adalelerim çözülmüş, gözlerim bir delinin sorgulayan bakışlarını aratmayacak kadar kontrolsüz…

Önümde on dokuz yaşlarında, bıyıkları yeni terlemiş, kırmızı dudağından hafif salyası akan, yanaklarında saçından esinlenilmiş sarı tüylerin yer edindiği, fersiz gözleri açık yukardaki tavana bakan, zayıf fakat uzun boylu bir delikanlı yatıyordu. Karnındaki derin yara, onu yere sermişti.

Ellerimi kırık vazo parçalarına aldırmayarak yere koyup, destek alarak vücudumu güçlükle doğrultabildim. Ne olursa olsun buradan kaçıp gidemezdim. Kimse ölü bir insanın böylesine sefil bir halde olmasını istemezdi. Delikanlının yattığı yerde kurumuş kanın, hem zemini hem de havayı kaplayan odadaki pis kokusunu çaresizlik ve tiksintiyle içime çektim. Ayağının dibinde bir defter vardı. Deftere ölmeden önce bir şeyler yazdığını hilal şeklini alan parmaklarındaki mürekkep lekelerinden anladım.

Büyük güçlükle eve döndüğümde polis tarafından olayın soruşturması devam ediyordu. Fakat delikanlının gizli defterinden kimseye bahsetmedim. İlk başta bunun bir günlük olduğunu düşünerek okumanın büyük bir saygısızlık olacağını düşünsem de, başından beri beni bu yola sürükleyen merakıma yine yenildim. Anlam veremediğim duygular ile okumamı bitirdikten sonra içimdeki rahatsızlığın tesiriyle vicdanımın parçalandığını hissediyordum. En sonunda gözyaşlarımın akmasını engelleyemedim.

Küçük kardeşin günlükte anlattığı o son cümleleri şunlardı:

“Kendimi bildim bileli yanımda hep kendimden büyük üç tane abim duruyordu. Annemin benden sonra cennete gittiklerini söylerlerdi. Babam dört yaşımdayken ölmüş. Yüzünü hatırlamıyorum bile. Hayatımız para bulma, karnımızı doyurma telaşı içinde geçti bu satırları yazarken vücudumdaki yara bana hala o zamanları hatırlatıyor. Abilerim kendi aralarında kavga etmezlerdi fakat bizim bu hallere düşmemize sebep olarak hep beni görürlerdi ve kızdıkça döverlerdi. Ailenin belasıydım. Kaç kere köşeme çekilip, sessizce ağlar, soğuğun etkisiyle titreyen kollarımı örterdim. Her gece umutsuzca içimi çektiğim sırada annemin yanımda olsa beni koruyacağını düşlerdim.

Abilerim hırsızlığı ve adam öldürmeyi çok iyi beceriyorlardı. Acaba kim öğretmişti? Hayat mı dersiniz? Kaç kere bana da yapmam gerektiğini söylediler. Fakat bir insanın canına nasıl kıyabilirdim? Onun emeğine nasıl tecavüz edebilirdim? Onlara katılmadım. Bunları yapmadığım için yıllarca bana düşman gözüyle baktılar. Onlar kazandıkça kazanıyor, ben ise eski yaşamıma devam ediyordum. Korkumdan dolayı susuyordum. Ta ki birkaç hafta önceye kadar… Beni hırsızlık malı evlerinden atana kadar…

Polisin düzenlediği bir baskın sayesinde ellerinden kaçıp daha önce gördüğüm bu terkedilmiş eve sığındım. Ellerinde esirken onları ihbar ettiğimi söylüyorlardı bana. Hayır yapmamıştım. Çünkü onlar… Benim…

Onları bu hale getiren bendim yaptıkları tüm fena işlere benim yüzümden düşmüşlerdi. Onca insanı öldürmelerinin merkezinde hep ben vardım. Yaptıkları yanlışları engellemeyerek, konuşmayıp sustuğum için ve en önemlisi bu hayata geldiğim, onların düzenini, aile yaşamını bozduğum için asıl suçlu bendim! Birazdan duracak kalbim, belki bir daha hiç nefes alamayacağım, konuşamayacağım. Belki de diğer tarafta annem beni görür, kollarını açar, sever, hiç duymadığım sevgi sözcüklerini ilk defa ondan işitirim.

Çok acıyor…

Dayanamıyorum…

Soğuk çeliğin etime girmesi…

Bitsin artık…”

 

Emre Furkan Özdemir

Konuk Yazar
Konuk Yazarhttp://www.felsefehayat.net
Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız makalelerinizi themetallords@hotmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır.

4 YORUMLAR

  1. Emre öncelikle aramıza tekrar hoşgeldin…

    Yazdıkların gerçekten umut verici ve genç yaşına rağmen büyük bir tecrübeye ışık tutuyorlar. Ayrıntıları işleyişin, tasvirlerin, mekan tasarımların gerçekten de ustaca. Şu ana kadar bana yollanan en sağlam öykülerden biri diyebilirim… Sadece birkaç küçük dokunuşla yayına hazır hale geldi diyebilirim.

    Sana önerimdir, sakın bırakma yazmayı, kelimelerin yakasını bırakma..

    Zevkle okuduğum öykü için tekrar teşekkürler

    • Öncelikle Teşekkür ederim.

      Yazı alanında yapamadıklarımızı yapmak, yanlışlarımızı doğruya çevirebilmek adına buradayız. Karanlık cümleleri aydınlığa çevirebilmek hiç şüphesiz yapılan yorumlar sonucu cümlelerin ıslahı ile gerçekleşecektir.

      Yazmak artık hayatımın önemli bir yapı taşını oluşturuyor bu nedenle farklı söylemler ve konular ile karşınızda olmaya çalışacağım.
      Sait Faik’in dediği gibi “Yazmasam çıldıracaktım” misali her gözlemim beni sanki ilahi bir gücün etkisiyle yazmaya,anlatmaya itiyor.

  2. ANNECİĞİM SENİ ÇOK SEVİYORUM GELECEĞİN ÇOK PARLAK, KALEMİNİN GÜCÜ DAİM OLSUN… SEN BENİM HEP GURUR DUYDUĞUM BİR TANECİK OĞLUMSUN!

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

DİĞER YAZILAR