Ana SayfaDENEMEDilbilimcilerin Köy Çocukları ve Askerlik Üzerine Türkçe Eleştirileri

Dilbilimcilerin Köy Çocukları ve Askerlik Üzerine Türkçe Eleştirileri

Kendini ifade etmek önemlidir, kendini iyi ifade etmek daha da önemlidir, bilhassa hayattayken bunu yapabilmek büyük maharet ister, sırf bu yüzden ölenleri hatırlıyorum. Trajikomik. Bunlardan biri de bendim. Bir keresinde istediğim şekilde yazamadım diye bileklerimi kestim, kan akarken son duamı ettim ama ne yazık ki her eylemimde olduğu gibi bunda da başarısız olmuştum. Ben başarısızdım, fedakârlık peşinde koşan ama kendisini unutan bir şair, şair-i azam mı diyorlar, evet o bendim. Şair olmadan önce ölmeyi beceremedim. Hâlbuki ki ne kadar da istekliyim hem yaşayıp hem de yazabilmek için. Ama olmuyor işte, aynı anda hem yazıp hem de ölmek zor, nefes alamıyorsun, için şişiyor, kabarıyor, çalkalanıyor, kalemin tembelleşiyor, kan akıyor, midene kramplar giriyor… Kısaca diğerlerinin hayatlarından çalıyorsun, işin özü hakka giriyorsun. Bir zamanlar bu borcu (vebali) ödemek için çok çabaladım, köy okullarına daha doğrusu okulların duvarlarına resimler çizmeye gidiyorduk. Bir grup arkadaş (çok yakındık, aile gibi) okul ve sınıf duvarlarına kendimizce bir takım siluetler çizip boyuyor günümüzü neşelendiriyorduk: çocuklarla kahvaltı yapıyor, onların köy hakkındaki olumsuz eleştirilerini defterlerimize not ediyorduk; onlar bu olup bitenlerden hiçbir şey anlamıyorlardı, bu gayet normaldi. Yaptıklarımıza bazen biz de anlam veremiyorduk, içimizde ressam yoktu, neden buradaydık? (kimimiz memur, kimimiz yazar, kimimiz gazeteci) Öğrenciler duvarlara tırmandığımızda meraklı bir yüz ifadesiyle yanımızda beliriyor peş peşe sorular soruyorlardı: onlar için değişik insanlar tanımak güzeldi, bizim içinse iyilik yapmak daha doğru bir ifadeyle “karşılıksız iyilik yapmak” bir ibadetti. Şimdilik. Bazen bizi yoran sorularla karşılaşıyorduk: abi siz necisiniz, neden buraya geldiniz, karınız var mı, normal misiniz, sizinle akraba mıyız, dedemi tanıyor musun, meyve yer misiniz, ne çiziyorsunuz, bize de öğretseniz, abi senin derdin ne bu duvarlarla, öğretmenimiz kızdı mı, simit yer misin?

Doktor onların seviyelerine inmesini bilmiyor, onun suçu değil, okulda öğretmemişler. Eğitimsiz (hiç kitap okumamış) insan modelini bir türlü kabullenemiyor, içselleştirme sorunu yaşıyor, aldığı tıbbiye diploması gereği, görgüsüz insanları kendi içinde tedavi etmeyi başaramıyor, hep bir tortu kalıyor geride.

Öğrencilere keyifsiz bir biçimde geri dönen duvarcılar (bazen resim bazen duvar örüyorlardı) kendilerini nimetten sayarak küçük insanlara büyük meselelerden bahsediyorlar, okulu bir eğitim yuvasına dönüştürmeye çalışıyorlardı. Tutmadı. Milli eğitim üstün geldi, devlet ücretsiz ressam olma hakkını geriye çekti, doktor hayatına geri döndü: duvarlar yarım kaldı, paletler ağladı, geriye hayatı bilmeyen sadece ressam olmayı isteyen bir grup öğrenci kaldı. Hevesleri yarıda bırakılmıştı, sonra ilk teneffüste acıklı birer şarkı oldular. Efsane bu ya öğretmenlerin hepsi intihar etti, (duvarcılara âşık olmuşlardı) maaşsız köy ressamları ise duvarları değil bebek beşiklerini boyamaya başladılar. İşler değişti.

Doktor, susarak eleştirmeyi sevenlerdendi, sustu ama suskunluğu içinde büyürken dili de büyüyor, geçmişiyle hesaplaşmak için zaman kazanıyordu. Duvarlar boyanmamalı dedi, onlar aramızda bir sınır gibi dikilmeli, duvar boyayanlar ve yazıcılar tarih boyunca hep kaybetmiştir vatandaşlara duyurmalıyız, herkes haddini bilmeli. Duvarlar insanlara bir şey öğretemez sayın eğitimci büyük adamlar: şapkalarınızı çıkarın ve yerine bir külah giyinin, zaman kılık değiştirme zamanıdır, hepimizi arıyorlar, devletin bir bakanlığı bile var, yazıklar olsun. Şimdi yıkıl karşımdan. Yıkılmadan önce bana bir şiir oku, en acıklı olanından. Bir dilim sıcak ekmeğin üstündeki tereyağı gibiyim, üzgünüm benden bu kadar, sıralarınızda bekleyin, elbet birileri sesimizi duyar, ressamlarımızı bize bağışlar, Allah onlara zeval vermesin.

Hiç kimseyi tam anlamıyla tanıyamazsın Salim. Doktora da söyledim, kendisiyle barışık olmasını öğütledim ama beni dinlemedi, içsesine hiç kulak vermiyor, böyle insanlar okullarda perişan olur, bir boşlukta debelenir, omuzlarına taşıyamayacağı yükleri alırlar. Bir bir daha iki, uzay matematiğine ya da soyut matematiğe lüzum yok. Ayrıca yüklemek fiilini çekimlediğinizde karşınıza çaresizliğin çıktığı görülecektir. Çekmek ve çaresizlik aynı kökten geliyor. Bu ilk olarak Türkçe sözlükte yazılmış, Voltaire bahsetmiş, başına geleceklerden habersiz bir takım açıklamalarda bulunmuş: Voltaire Türkçe odaklı ilk çalışmaları yürütürken aldığı yetkiyle tüm duvar okullarını denetlemiş, tahtalara yazılan “Ali ata bak” tümcesinin baştan aşağıya yanlış bir dizilime sahip olduğunu dile getirmiş, bu öğrenme kalıbının literatürden kaldırılmasını teklif etmiş. Teklif değerlendirildiğinde Türk bürokrasisi çökmenin eşiğine gelmiş, cümlenin başına neler geldiği hala sır gibi saklanmakta. O gün bugündür Voltaire sözlük yazmayı bırakmış, eğitim camiasına rezil olmanın korkusuyla Urfa taraflarında bir yayla köyüne kaçmıştır. Orada evlenmiş, aldığı ödenekle iki okul yaptırmış, vekâleten de olsa köy imamlığı görevini ömrünün sonuna dek sürdürmüş, 3 çocuğu olmuş: sırasıyla Ali, Ata ve Bak. Seksenbeşbirinci yaşına kadar bu köyde ikamet eden Voltaire emekliliğinde 25 kitap çevirmiş, düzinelerce şiir yazmış, 2500 sözlük maddesini İngilizceden Türkçe sözlüklere uyarlamış, ünlü eseri Candide’yi de burada kaleme aldığı söyleniyor. Yöreye katkılarından dolayı ihtiyar heyeti tarafından adına bir de hayrat yapılmış, gelip geçen herkes bu sudan içip şu maniyi dinlendirirmiş: Ne iyi adamdı, ömrünü bize adadı, gençliğinde neydi ki, öldüğünde kahramandı. Türk-çe dostu olan bu sözlük mucidi, şimdilerde Urfa’nın Köksüzler köyünde bir türbede (Türk Beyleri Panteonunda) uyumaktadır (ölmüş mü yoksa hala yaşıyor mudur bilemiyoruz, Newton ile akrabalığı dedikodular arasında).

Türkçe nedir sorusunu çok duyduk. Türkçeci olarak senin de düşüncelerini merak ediyorum, ben bir tanımlama erbabı değilim ama yine de seni alt edebilmek için okuduğum kitaplardan karma bir tanım yapabilirim: Türkçe ve onu konuşmak dünyanın en kolay işi, hazırlan başlıyorum: Türkçe, kendi lügatini kendi oluşturan, sadece bir kabilenin ortak kaygısından yola çıkılarak üretilmiş, yerellikten evrensele doğru kayma eğiliminde, yersiz ve yurtsuz olarak oradan oraya göçen insanların kelimeleriyle yaratılmış bir dil. (yüksek seste bir kahkaha duyulur) Sen buna tanımlama mı diyorsun, güldürme beni Salim Bey. Haha. İnsanları merakta bırakmak kötü olsa gerek, bunu hep yapıyorsun, yerinde olsam her şeyi ortalığa döker saçarım, açık oynamak her zaman iyidir, fazla gizem iyi değil efendim, kişiliğinizi kaybedersiniz ama tehlikeli biri olduğunuzu kabul etmek lazım, bu konuda harikasınız. İnsan sizin yanınızda güvende hissetmiyor, bazen hayatta kalmak için bile size yalvardığımız oluyor. Haha. (Sinsice bir kıkırdama) Bu yeteneğiyle övünüyordu. Alıngan insanların başına hep kötü şeyler gelirmiş, bunu bizzat yaşamak çok acı, aynı şey Türkçenin de başına gelecek diye korkuyorum, bence en alıngan dildir bizimki, dünya dil aileleri içinde en kibirlisidir, işte asıl beni korkutan da bu (az önce söylediğim daha az korkutuyor): dilsiz kalmak. Korkuyu derecelendirmek ne kadar sıradan bir iş, bana göre değil, dilimizin başına gelecekler neden sadece beni ilgilendiriyor? Sanki ben dil kurtarıcısıyım, sanki ben bir lisan kahramanıyım, artık kendi dertlerimle ilgilenmeliyim, tüm toplumsal sıkıntılara ara veriyorum, işime bakmalıyım, eve ekmek götürmek zorundayım: biz ekmeğimizin derdindeyiz, orta direk ne yapsın bu devirde, bu dilbilimcilerin köküne kibrit suyu. Kahrolsunlar. Gebersinler. Hangi beddua adam eder bunları: bir anneninki Salim. Tüm annelere seslenelim: beddualarınızı bu sahtekâr dilbilimcilere yönlendirin, sizler için bir beddua bankası açacağız, daha ne olsun, orada tüm birikimlerinizi tasarruf eder değerlendiririz. Faizler yüksek, likidite düşük ama fon durumumuz iyi, biraz idare etmekte fayda var. Memleketin hali ortada, dilbilimcilerin haline bakıp zenginleştiğimizi sanmayın, onlar bu vatanın evladı değil. (Bedduaya devam). Allah’ım sen onların yakasına yapış, sen onların kelimelerle olan mücadelesinde harflere kuvvet ve dirayet ver, bizi onların saçma sapan cümlelerinden, çevirilerinden koru, onların çalışmalarını yok et, izleri kalmasın, bizi zehirlemelerine izin verme, hepsinin kalbini vicdanla imtihan et, nefes alamasın mendeburlar, onları kör et bir daha okuyamasınlar, elsiz kolsun ayaksız bırak, yazamasınlar, çalıştıkları gazete ve dergilerin binalarını temellerinden salla, tüm kalemleri tüm silgileri onlardan uzak tut, dillerini kopar ki dilsiz kalmak ne demek anlasınlar. Bu yeterli Salim, tamam sus artık, adamları asalım kurtulalım bunu mu istiyorsun: hani idam sana göre değildi, insan hakları her şeyden önemliydi, hani anneler artık ağlamasındı. Ne oldu, içindeki barış ışığı söndü mü, hani beddua işini annelere bırakacaktık? Bu böyle olmaz, adamları hakları gereği yüce mahkemeye çıkartırız olur biter, onların da anneleri bacıları kardeşleri çocukları eşleri var. Ayrıca böyle davranarak neyi ispatlamaya çalışıyorsun. Salim suskun. Sessiz. Ama… Ama… Hayır, konuşmana izin veremem, bu kadarına müsaade edemem. Kes sesini edepsizlik yapma!

Sofraya oturdu, sarı leblebi, birkaç meze tabağı, soğutulmuş rakı ve biraz yoğurt. Yorgunluk artan şiddetiyle sürüyordu. Rakı ve leblebi uyumu Salim’in dikkatini çekti: doğa, bu içkileri içebilmemiz için yaratmadı mı hocam? Tuhaf bir imrenme duygusuna kapıldı: kıskançlık da böyle başlar bir imrenmeyle; evet hadi içelim, herkes bize imrensin, tamam bana uyar Salim, rakı benim tek dostum zaten. Kutsanmış bir hevesle söze girdi: kıskançlık iki eşyanın birbirine nedensiz yere kapılması, benzemeye çalışması demektir. Tanımdan bir şey anlaşılamadı, kaşlarını senkronize ederek titretti, kaşıdı, terlemişler: işbitirici dilbilimciler olsaydı hemen atlarlardı üzerimize. Hayır, bu şey kıskançlık değildi, başka bir tanım yapmalı: kıskançlık iki eşyanın birbirine zoraki uyumu… Hayır, bu da değil, vur kadehi, suya dikkat, (buz istemiyorum saki), doğanın uyumuna içelim o halde. İçinden geçenlerle konuşulanlar tezat içindeydi, durumu algılayamadı, kadehler neden boş, doldursana, saçmalama evresini anasonla yumuşatmalıyız: Yazık çok yazık, kendine bir kadeh daha… her şey kendi kendine oluyordu, üstünkörü bir içme şekliydi bu. Sokak köpeklerini de bu yüzden seviyordu, onlara hem düşmandı hem de dost: evsiz yurtsuz olmalarını bir şans gibi görüyordu: silkindi, üzerine yapışan çaresizliğini masada bırakmak istedi, olmadı, dilbilimcileri düşündü, onlar bu durumda ne yapardı? Türkçenin bugünkü halini tasavvur etti, hareketsiz dakikalarca öylece durdu: sonunda rakıyı sonlandırıp şaraba geçmeye karar verdi. Acaba dilciler de rakı sever miydi, hayır bence onlar viskicidir, kesinlikle bizden farklılar, köpekler de viski içer değil mi, evet içerler Salim, iyi ısıtır, belki de konyak, yanında birkaç kemik parçası ve turşu ohh ne güzel, bizden bir halt olmaz komutanım! İçmeyi beceremeyen erkekler kadınların dilinden anlamazmış, anlamadıkları tek konu buymuş, gerisi teferruat. İçkiyle kadının benzerliğini beddua eden annelere havale edelim, rakı düşmanlığını da köpeklere. Masayı terk etti, “içmeyi bırakıyorum”, ne zaman bu dilbilimciler bize benzerse tekrar başlarım, bizi mahvetmelerine izin verme, yalvarıyorum, emir versen, bir içtima çeksen şunlara hah. Çok gülerdim o zaman, ellerinde daktilo, dudaklarında pipoları sürünsünler… Ohh be kendime geldim, şimdi içelim işte, az önceki sözümü unut tamam mı: şakaydı, doldur bakalım, garson meze getir.

Komutan: dilbilimcilerin kâbusu. Henüz emekli olduğunun farkında değil. Ölene kadar asker kalacağım diyenlerden, iki dil biliyor, üçüncüsünü unutmuş, resmi yazışmalarda usta, lakabı deli Cemal, orta kademeli bir kumandan, rütbesiz askerleri canı gibi sever, özellikle Erzurumluları, cephede tam yetkili, vatan hainleri sevmez, geri kafalı bir milliyetçi, cümlelerinin başında “aferin asker” demeyi ibadet edinmiş, dindar değil ama İsa’ya saygılı, kitap kurdu sayılabilir ama iyi bir çevirmen değil. Salim’i bulduğunda henüz kundaktaydı, onu besledi, bir gecekonduya teslim etti, pişman oldu, emekliliğini ve mutluluğunu bu çocuğa harcadı: bu iki yoldaş, hayatı yeniden YAZMAYA ve onu yerinden sarsmaya yeminli. Umdukları gibi olmasa da her hareketleri onları ele veriyor. (Ele verilmek askeri bir terim ve çok fazla kullanılmamalı.)

Uzun soluklu bir yalnızlığın getirdiği çaresizlikle sokağa attı kendini, saat altıkırkbeş, bu kadar içmemeliydim, midesi kıyıldı, simitçi her zamanki yerindeydi, cebinden onlira çıkardı simitçi tuhaf tuhaf bakıp “abi ne yapıyorsun benimle eğlenme, bu benim günlük cirom, bozuk ver lütfen”, kibar ve ekonomiden anlayan simitçi tezgâhında halı dokuyan bir kıza benziyor, bozuk para ararken göz temasına devam, bu saatte burada kimi bekliyorsun, sana da mı beddua edildi, dur dur söyleme,  simitlerin içinden günlük fal çıkıyor mu, el falı değil tarot falı, hani gazetelerde var ya… “Hayır, abi onlirayı bozamam”, yine aynı şeyler oluyor, sabahın bu saatinde etrafta bir koşuşturmaca var, işçi pazarı kalabalık, memurlar simit ayran yapıyor, önemli olan işe geç kalmadan karnını doyurmak, tıpkı martılar gibi, onlarda sabahları erken kalkar, hemen karınlarını doyurup işlerinin yolunu tutarlar, memurlar martılar gibi ya da martılar insanlara özeniyor, simiti dişledi, kocaman bir parçayı midesine indirdi, (Martı Jonathan Livingston da böyle yapardı). Acaba martılarda işbölümü var mıydı? Bilmiyorum Salim, bilmiyorum. İnsanlar ve martılar beni şaşırtmaya devam ediyor. Sen de bu durumu kabullen yoksa yaşayamazsın. Simitçi kaçıp gider. Yine yalnızım…

Anlatıcısını yitirmiş bir hikâye gibiyim şimdi. Nasıl olacak, bu yükten bu acıdan nasıl kurtulacağım, bir daha kim sever beni, hangi kadın öper, hangi çocuk sarılır… offf bilmiyorum, bilmemem neyi değiştiriyor ki, kötülüklere göğüs germek neden bu kadar zor, kendimi ezip geçmem normal mi komutan, neden bir şey söylemiyorsun, bu suskunluğun beni kabullenmenden mi yoksa… Tamam, anladım, ben çok kötüyüm, hangi kapıyı çalsam yüzüme kapanıyor, diğerleri gibi olmamı bekleme benden, ben görmezden gelemem, direnişim ve asiliğim hep kendimedir, onlardan uzak durdukça içime çöken acının sadece rengi değişiyor: satsan satılmaz, alan razı veren razı gibi laflarla zaman doldurmak istemem ama durum bu, durum hep üstüme geliyor, durun ve durum kelimelerini aynı yerde kullanamıyorum, başkaları gibi az bir bedelle işin içinden sıyrılmak bana göre değil, ama bu, sürekli görmezden gelineceğim anlamına gelmemeli (hıçkırıklar duyulur). Yeryüzü böyle bir ağlama görmedi, denizler galeyana gelip tüm tuzlu sularını Salim için rezerve etti, bitmiyor gözyaşım bitmeyecek, hayatımın hiçbir döneminde pasif direnişi sevmedim, caddeyi sıkıntı kapladı, sıkıntı çıkarmakta üstüme yoktur, bu konuda belgeli bir uzmanım (lafa giren bir diğer seyirci sert çıkarak: aşk sevdiğin kadına arkadan bakmaktır Salim, rahatla biraz, çok gerginsin, çocukluğunda da böyleydin). İnanmıyorum onlara, aşk tanımınıza uymuyor benim kadınım, kadınım… Adı neydi? İlke miydi, hayır karıştırıyorsun isimleri, Ayşe… Ya da ne bileyim isimsiz, suratsız bir kadındır muhtemelen… “O” kuzeyi farklı batısı farklı bir memleketim gibidir. Salim içince çekilmiyor, tam bir dertli baykuş. Var olma kaygısı her türde mevcuttur, özellikle bu dışavurumcu felsefeciler bunu çok iyi açıklıyorlar, erkeğin sefaletiyle sonuçlanan bu vaka her iki cinste de cereyan eder meraklanma, ilk değilsin, bazen cinayete teşebbüsle kendini gösterir, bazense evlilik ile: bu cinnet haline psikologlar teşhis koymuşlar: erkek kadından daha güçlüdür ama bir farkla, biri evlenmeye diğeri ise ayrılmaya heveslidir: Ben hiçbirisi değilim Komutan! Değilim

Hayatı bir türlü sevemedim. O da beni sevmedi gerçi. Olsun. Alışkanlıkları aşkla karıştırmaya ilkokul sıralarında başladım, kafam her zaman karışıktı, bu karışıklık bazen iyiydi, kendi kendimi tedavi edebiliyordum ama sonraları işler sarpa sarmaya başladı: Komutan ayağa kalktı, dimdik durdu, bir bacağının diğerinden kısa olması buna engel mi, hayır, o bir asker, emekli General, Suriye cephesi gazisi, evli 2 çocuklu, duygularını cephede aldırmış, herkesi kendisi gibi biliyor, askeri bir hastalık olsa gerek, bak Salim, ben kurşun yarasına alışığım ama kadınların açtığı yara hiçbir yaraya benzemez, sürekli kanamaya heveslidir, aklını başına al, onlardan uzak durmayı ne zaman öğreneceksin? Oturdu, iki kolu havada emir vermeyi bekliyor gibiydi, askerleri hazırdı, her içtimada felsefe yapmayı bir vazife bilir haberci subayı Salim’i bu kutsal görev için mesul tutardı, bu farklı, bu kez farklı, cebinden eski bir harita çıkardı, Suriye’nin dağları işaretlenmiş, siperler kazıldı mı? Bu hiçbir şeye benzemiyor, bu savaş başka komutan, nasıl olur ben her yerde çarpıştım, bir ayak, iki organ, üç parmağımı… Hayat üzerine geldiğinde ne yapacağını bilmiyor musun asker, ilk dersimizi hatırla, gece eğitimini: kutup yıldızını hatırla, o her zaman yolumuzda rehberdir, bir askerin kaderi gökyüzündedir, bizler harcanabilir enerjiyiz, unutma, (Salim not alıyor bu sırada) yaratıcı doğuştan askerdir, o hepimizin komutanı, sözleri bittiğinde kollarını masanın ortasında büyük bir manevrayla birleştirdi, tutanağa şu notu düştü: Erzurum Horasan doğumlu, anadan yetim, babadan aptal, gecekondu müptelası, gençliğinde devrimciliğe merak salmış, hayata yenik, aşk hastası çilekeş bir asker, bir meczup Salim: eğitim zayiatı, Mühür. Tek celsede askerliğinin iptali. İmza. Emekli Suriye cephesinden gazi cemal general olmaya hevesli bir zabit: Öldü. Kaydı düşüldü. Cenaze masrafları genelkurmaya yıkıldı.

Can Murat Demir

Editör (CMD)
Editör (CMD)http://www.felsefehayat.net
Yazılarını Mavi Melek Edebiyat Topluluğu, Düşünbil gibi dergilerde yayınlama fırsatı buldu. FOL Kitap öncülüğünde bazı kitapların hazırlanmasında görev aldı. Bu kitaplardan bazıları "Sorunsallıkta Yaşamak", Jan Patočka, Plotinos, "Tanrı, Ruh ve Mit", Henri Bergson. 2009 yılından bu yana felsefehayat.net'in (kurucu) editörlüğünü sürdürmektedir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

DİĞER YAZILAR