Şarkı

Selim kapının arkasında tir tir titriyordu.

“Daima bu şarkıyla bitanem, hadi, daima bu şarkıyla, ne olur devam et.”

Yasaklı ve coşkulu bir sevişmenin hüzünlü bir şarkıya ulu orta peşkeş çekildiği bir öğle vaktiydi. Selim bunları defalarca duyarken. O inlemeler duvarları değil, Selim’in göğsünü dövüyor, Selim yavaş yavaş elden ayaktan kesilirken sevişmelere şahitlik eden şarkı, cenaze marşı gibi defalarca defalarca çalarak, her gün yeni bir Selim gömüyordu.

Her gün tanık olduğu bu sevişmelere kapı arkasından o da ortak olmuş, benliğini, varlığının artık o umursanmayan ağırlığını sessizce kapıların arasından aşırmış, bir avuç dolusu bilye gibi sokağa saçılmıştı. Her tanesi ya da parçası, bir o yana bir bu yana savrulup gitmişti.

Selim o günden sonra hiç toparlayamadı kendini.

Günler birbirini izliyor, takvim denen amansız zincir her gün bir halkayla daha da güçleniyordu. Herkesin boynuna dolanacak bu ip, gücüne güç katmaya devam ediyordu. Artık bir ipin en çok gerildiğini anladığı zaman diliminde;

Salonun kapısını hızlıca açıp konuşmaya başlasam mı, yoksa canını incitmek istemez gibi nazikçe mi itip hiçbir şey açıklamadan konuşmaya başlasam mı diye düşündü Selim, kapının arkasında. Bu kez yatak odasının her tarafı bir sevişmenin tırnak izleriyle dolu duvarlarına açılan o oyuğun önünde değil, bir çiftin tek kişilik masaya iki yabancı gibi aynı anda oturdukları salonun kapısı arkasındaydı.

Cesaretini yitirmeden itti kapıyı. Biraz sonra hayatından itmeye kararlı olduğu kadını iter gibi.

Kapıdan girip salonun bir ucundaki masasında kitabına gömülmüş olan Beril’e baktı. Kafasını bile kaldırmadan elindeki kitabı okumaya devam eden Beril, son zamanlarda hep üstünde olan kayıtsızlığını yine giymişti üstüne bugün. Sesini bir ihanette kaybedenlerin sadakatin karşısında sustukları zamanın en ortasındaydı her zamanki gibi.

Boğazını temizleyip yavaşça yürüdü ona doğru. Yaptığına şaşırdı. Aklı almıyordu bunu. Bir insandan kopup uzaklara gitmek için ona doğru yürümenin gerekliliği canını acıtıyor, bir yandan da şaşkınlığa düşürüyordu. Masaya yaklaştığında kafasını kaldırdı Beril. O renk vermeyen yüzüyle baktı Selim’e. Bir süre bakıştılar ve Beril her zaman yaptığı gibi daha fazla uzun bakamadan o hakkı hiçbir zaman verilmemiş yarım yamalak tebessümüyle “ne” deyiverdi.

Selim bu kez gülmedi. Gülüp tamamlamadı Beril’in yarım yamalak tebessümünü.

Yüzündeki tüm kaslar felç olmuş gibi baktı sadece. Oysa kalbi, bir savaşı haber veren davullar gibi gümbür gümbürdü.

Dudakları yerinden memnun olmayan bir çocuk gibi kıpırdadı sonra… Bir şey söylemek ister gibi olmak nasıl bir şeyse artık, yüzü aynen öyleydi. Gözleri, açık bırakılan bir musluk gibi dolduruyordu yuvalarını. Sustu, söylemedi. Susup, susanlar kervanına katılmayı seçti. Beril kayıtsızca kafasını yana yatırıp kaşlarını ne dercesine kaldırarak baktı ona bir süre. Kaç kalibrelik olduğunu kestiremediği bu gözler onu yine vurmuş ve yine doldurulmayan bir boşluk açmıştı içinde. Boşluklar birikiyor, Selim Beril’e ne zaman baksa onlardan birine düşüyordu.

Konuşamadı…

Hızla pencerenin kenarındaki dolaba doğru yürüdü ve bir kadeh aldı. Ağır ağır viskiyle doldurdu kadehini. Kaç parmak viski doldurduğunu bilmeden doldurdu. Ve beraberinde susup söylemediklerini de.

Başını eğip elinde döndürdüğü kadehe baktı bir müddet. Sonra kafasını yavaşça kaldırıp pencerenin önünde uzanan bahçeye daldı. O bahçede çocukluğunu özledi. Sonra aldı çocukluğunu, bayramlık bir elbise gibi giydirip ruhuna, koşup durdu oraya buraya. Ne tuhaf, insanın canı ne zaman acısa, ömrünün en güçsüz, ömrünün en korunaksız, ömrünün o en kimsesiz zamanlarına dönüyordu. Çocukluğuna özlem duyuyor, ona sığınıyordu.

Kendine geldiğinde neredeyim ben der gibi bakındı etrafına. Sonra elinde dönderip durduğu viski kadehini bir dikişte içip yüzünü ekşitti. Yüzünü ekşiten viskinin tadı mıydı yoksa viskiyle beraber kadehine doldurduğu susup söyleyemedikleri miydi ayırdına varamadı. Böyleydi susmak. Söylediklerini bir kadehe doldurup onları yeniden yeniden ve yeniden içmek. Susmak dediğin limanlarını hiç terk etmeyen paslı bir gemi gibi oturuyordu içindeki kıyıda.

Kendi kusmuğunda boğulup ölen bir ayyaş gibi, kendini kendinle zehirlemekti susmak. Kendi iğnesiyle intihar eden zehirli ve zavallı bir akrepti insan. Yüzü yüzüne yansıyordu perdesiz çırılçıplak pencerenin camında. Gözleri gözlerine takıldı, bütün bunları hak etmek için çok sevmenin gerekliliğinin nedenini kavrayamadı. Hem, sevmeyen aldatılabilir miydi ki?

Beril, koca salonun diğer ucundaki masasında oturmuş elindeki kitabın sayfaları arasında dolaşıyordu. Yüzündeki kayıtsızlık mezar taşı gibi başköşesinde oturuyordu. Öylesine kıpırtısız, öylesine sahiplenici, öylesine soğuk öylesine ben buradayım der gibi.

Birden bire kitaptan kaldırdı kafasını… Gözleri yayından kurtulan bir ok gibi Selim’e saplandı. Selim, önünde radyoya bakıp ışığını kaybetmiş bir sokak lambası gibi kıpırtısız duruyor, radyodan yayılan ses odadaki boşluğa ağırlığını hissettirip yavaşça ele geçiriyordu boşluğu ve sessizliği. Bir şarkının başladığı yerde koca bir salonun ve iki insanın çığlığı uzaklara doğru yol alıyor, göğüsleri aldıkları nefesle kalplerini bir örsün üstünde döver gibi inip kalkıyordu. İki sessizlik gitmiş iki kimsesizlik gelmişti.

Beril, yüreği ezildikçe dolu dolu oluyor, Selim bütün gücünü ayakta durabilmek için harcıyordu.

Ortalıkta kimsenin duymadığı bir soru dolanmaya başlamış, sesini duyurabilmek için dünyanın bütün çığlıklarıyla avaz avaz bağırıyordu.

Beril, biliyor mu, diyor
Selim, bildiğimi biliyor mu, diyordu
Ya da soruyor soruyor soruyorlardı

Kime neye nereye neden ateş ettiğini bilmeden tetiğe bütün cesaretsizliği ile asılıp duran korkak bir asker gibi soruyorlardı. Sorular, yine maskelerini indirmiş, o insanı ürküten en tehlikeli yüzleriyle bakıyorlardı çırılçıplak. Bu çıplaklık, hiç de tahrik edici değildi. Bir sorunun insana en ağır geldiği zaman dilimi içinde sıkışıp kalmışlardı. İkisi de iyi biliyordu ki, karşısındaki çıkıp gitmeden yerlerinden kıpırdayamaz, gözyaşlarını bir sonsuzluğun kollarına bırakamazlardı. İnsanın kaybolmak için bile insana muhtaç olduğunu anladıkları andaydılar.

Bir şarkı, usta bir heykeltıraş gibi iki heykeli oyuvermişti koca salonun ortasına.

İki bedenin iki kişilik aşkın o üçüncü harfi gibi k’aybolup gitmek istediği zaman işte bu zamandı. Bir dağ gibi önlerinde oturuyor, ağırlığını geçip gitmek bilmeyen o sonsuz anın bütün coğrafyalarında daha da hissettiriyordu.

Akrep ve yelkovan işlerine ara verip susmuş, koltuğuna kurulmuş iki seyirci gibi sessizce seyrediyorlardı olan biteni. Yoluna devam eden tek şey sokağın kapıyı pencereyi aşındıran hengâmesinden taşan gürültüsü ve ikisini salonun birer ucuna bir çivi gibi çakan radyodaki o şarkıydı.

Beril, açık bir pencere arar gibi etrafa bakıyor, koşup oradan süzülerek bir kuş olup uzaklara uçmak istiyor, Selim’se, ayaklarının altındaki yerin yarılmasını dilemek için bir yıldızın kaymasını bekliyordu sanki.

Zamanın şarkı bitmeden işine bakmaya niyeti yoktu. Selim, artık mani olamadığı gözyaşlarını masaya inen bir yumruk gibi yanağına koyuvermiş, hâlâ radyoya uzanmış halde duran kolunu kendinden olmayan bir parça gibi seyrediyordu. Ağladığını bas bas bağırarak ve omuzlarından tutup delice sarsarak haber verecek olan hıçkırık daha da ağır gelmeye başlamıştı. Göğsünü zorlayan hıçkırığı bastırmak için verdiği çaba bir yumruk gibi iniyordu adeta üstüne.

Beril’se akan gözyaşlarının arasında, Selim arkasını dönmeden hiçbir zaman renk vermemiş o yüzünün şimdi kıpkırmızı kesildiği anı ört bas etmek için kafasını kitaba gömmeye kendini ikna etmeye çabalarken, bütün bunlara aldırmadan yoluna devam ediyordu o acımasız şarkı.

Bir anda odadan çıktı Selim. Zaten olmayan bir şey nasıl yok olursa, öyle bir çıkış öyle bir yok oluş.
Hızla ayağa kalkan Beril, bir koşu pencereye vardı ve ardına kadar açarak kendini bir sonsuzluğa bıraktı. On dakika sonra kapıyı açabilip içeri giren polisler, Selim’i yatak odasının ortasında yüzünde mevsiminden önce açıp en güzel çağlarında kuruyan bir çiçek gibi beliren acıyla ipin ucunda sallanırken buldular.

Evin içinde eve ait tek gürültü, iki insanın yok oluşuna aldırmadan önündeki kırılmış viski bardağının bedenine ağıt yakar gibi kederli bir şarkıyı yavaşça odaya dolduran radyonun umarsızlığıydı;

“döktüler, son yaprağımı son dalımdan
kim gelirse gelsin artık,
yer vermem gönül salımdan
silindi içimdeki çölün son serabı
dalımdaki son yaprak bendim
tesir etmez canıma söz erbabı
o kırılan daldı ta kendim”

İbrahim Sarp Baysu

Konuk Yazar
Konuk Yazarhttp://www.felsefehayat.net
Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız makalelerinizi themetallords@hotmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

DİĞER YAZILAR