Terk-i Ten

Hep analar olmaz ya şefkatten yana enleri olan. Piçlerinin sayısız olduğu bir orospunun aşkından konuşacağım size ben. Bir han gibi olan bedenine girip çıkan herkesin yumruğunu ardında piç olarak bıraktığı bir kadından konuşacağım.

Orospuların yeniden yazılıp çizilen gezegeninden… O gezegende orospuların evine yaftalar vurulmaz. Devlet kontrolünde de değildir hiçbir orospu ve mimlenmemiştir. Tek bir erkeği vardır oda delikanlı yanlarıdır bu eşsiz orospuların. Beyaz elmas merdivenlerden kendilerinden sonra elbiseleri gelen bu gösterişli ve eşsiz orospular bu kendilerine has gezegende çok mutlulardır. Sözlerin yaktığı yürekten acılar olmaz. Burası Tanrı’nın senaryosunu çok sonra yazdığı bir oyun âlemiydi. Dini, kuralları, yönetimi fahişeler tarafından yazılmış günde öğün öğün sevişmenin mecbur olduğu terk-i ten gezegeniydi. Peygamberleri olan azılı orospu Beliria’nın öğütlerinden ve yaşadığı deneyimlerden oluşan eşsiz anlar kutsal kitaplarını oluşturmuştu. Tanrı bu gezegeni yarattıktan sonra fırlatıp atmıştı bir kenara ve hiçbir ilişiği kalmamıştı burayla. Burada cennet ve cehennem korkusu olmaz her şey kutsal kitaplarında yazıldığı gibi sürer gider. Bu kitapta hiçbir erkeğinde söz hakkı yoktur çünkü burada kadınlar erkek çocuk doğurmazlar. Doğan her kız çocuğu başka gezegenlerden gelen erkeklerin artlarında bıraktıkları zevkin gerçek eserleridir. Ve deyim yerindeyse kimin eli kimin cebinde belli değildir. Atölyesinden çıkan bir heykeltıraş gibidir burada erkekler. Atölyeye girer kadınlarla sevişir ve giderler. Kadınlar insanlar gibi balçıktan değildir ama. Çok geç gelen ölüm onları sadece büyük okyanusa katan su damlacıklarına çevirir bu gezegende. Buradaki okyanusun tadı da zevk verir insana. Dünyadaki gibi tuzlu su değildir ve içinde envai çeşit canlı yoktur. İçinde bulunan tek canlı deniz adamlarıdır o kadar. Bu gezegendeki tek erkek yarı balık olan deniz adamıdır.

Dünya çok sonraları tanıdı bu gezegeni. Bütün dünya çalkalanıyordu. İnsan ırkının kadına mensup olan en güzellerini bile gölgede bırakacak olan bu kadın ırkına ait gezegenin dünya ile olan benzerliği çok şaşırtıcıydı. Bilim adamları şoktaydı ve binlerce teori çürütülmüştü. İtibarı kalmamış olan eski bilim adamlarını savunanlar ve bu yeni olaylara taraf olanlar arasındaki çatışmalar dünyayı kaosa sürüklemekteydi. Dünyalılara benzemelerine rağmen tek bir erkeği barındırmadan dünya insanlarının bilmediği gezegenlerden gelen erkek ırkına mensup varlıkların seks ihtiyacını karşılayan kısaca tüm evrenin kerhanesi olan bu gezegendeki kadınlar tüm dünya medeniyetlerini derinden etkilemiş ülkeler büyük bir şok içindeydi.

Burada sınırlar yoktu, burada ülkeler yoktu başka bir dünyaydı burası ve fethedilmeyi bekleyen altın madenleri gibi ağzını sulandırıyordu savaş delisi dünya ülkelerinin. Buranın amaçları dünyadaki gibi saçma sapan sınır kavgaları yahut da yeraltı zenginlileri değildi.

Büyük dünya ülkeleri sömürgeler kurmak için uğraşmışlarsa da gezegenin kadın ırkından oluşmasına rağmen güçlü ve insanlar gibi akıllı olan hayvanlardan oluşan ordusu buna ihtimal vermiyordu.

Günler geçiyor dünyadan Terk-i Ten’e yapılan yerleşik göçler kabul edilmiyordu. Buraya sadece seksin doruklarına ulaşıp arkasında birer evlat bırakacak yürekli erkekler gelebiliyordu. Kadınlarsa artık tüm dünyayı kasıp kavuran Terk-i Ten orospuları trendinin saltanatını dünyaya taşımak ve dünya üstündeki erkeklerin gözlerini kendi gezegenlerinde tutabilmek için orospuluk sanatını öğrenmek için akın eder olmuşlardı. Aynı zamanda karşısındaki varlıkların düşüncelerini okuyabilen bu orospuları alt etmek imkânsızdı.

Çok sonra…

Fahişeliğin bu muazzam gezegeninde havayolları tıklım tıklım erkek ve bu yabancı gezegenin orospusuna meraklı dünyalı kadınlarla dolup taşardı. Havayolu diyoruz ama kısacası bir hava yolundan farkı kalmamıştı gelip giden uzay mekiklerinden. Ne dünyanın orospuluk sanatı ne de bu mesleğin duayenleri dik duramamıştı bu gezegen ortaya çıktıktan sonra ve artık dünya üstünde fahişelik en kazandırmaz mesleklerden olmuştu. Orospuluk artık taşradan kopup geldikten sonra pezevenklerin eline düşünce elde edilen kaza-i bir meslek değildi. Dünyalı pezevenkler işsiz kalmış yeryüzündeki kadınlar kocalarını ve çocuklarını tamamen kaybederek seksin dünya üstünden silinip gidişine dur diyemiyorlardı. Bununla birlikte dünyada ahlak kuralları alt üst olmuş her yaştan insanın seksi ulu orta yaşamasına mani olunamıyordu. Nüfus azalmış ülkedeki hükümetler kurtuluş paketlerinden sonuçlar alamıyordu.

Son çare olarak hükümet dünya kadınlarını Terk-i Ten gezegeninin bu ölümsüz orospularından orospuluk sanatını öğrenmeleri ve doğumdan sonra anadil gibi bellemelerini sağlamak için zorunlu olarak doğan kız çocuklarına öğretmekle hükümlü kılıyordu… Zira orospuluk önce ruha işleyip dile yerleştikten sonra yapılabilirdi. Ki bir orospu önce diliyle orospu olduğunu kanıtlamak zorundaydı. Nerede hangi küfrü edebileceğini bilmeli ve doruklarda yüzerken erkeğin suratına tükürüp onu daha çıkacak çook doruğun olduğuna inandırıp azdırabilecek her kelimeyi bilmeliydi. İnlemeleri sadece kafasının içinde değil odanın duvarlarına tırnaklarını geçirip tüm kâinata ulaşmalı. Ulaşmalı ki erkek kadınla dirileceğini anlasın.

Çok daha sonra…

Bir kadın vardı terk-i ten’de, orospuluk mesleğinin en ücra köşelerinde gezegeni sarsan çığlıkları atan ve attıran.

O doğarken gök yarılmış bulutlar aydınlatmıştı sabahın gelmemiş saatlerinde yeryüzünü. Yağmurlar yağmıştı… Herkes sarhoştu. Çünkü bu günah gezegeninde azizeler doğunca şarap yağardı gökten. Depremler ve artçı şoklar bu yüzden sarsardı dünyayı ve hiçbir bilim adamı çözememişti bu esrarı. Dünyalılar aciz bedenlerinde adından önce bilim gelen beyaz önlüklü saçma sapan tanrısızların her dediğine kanıyor dünyalarının döndüğüne inanıp yaşıyorlardı. Kendilerini gelişmiş sanıyor birkaç delinin sözleriyle yüzyıllardır kafa yoruyorlardı.

O doğarken ağlamıştı tüm orospular ve orospuluk sanatının peygamberi Beliria’nın gelişinden sonra tüm Terk-i Ten ilk defa bu kadar susamıştı sekse. Evrenin tüm gezegenlerinden toplanıp getirilen erkekler çılgınlık içinde sevişmeye zorlanıyor gebeliğe yatkın bedenlerde vajinalar ağızlarını kapatmak için uykuyu beklemekten başka çare bulamıyorlardı.

O bir azizeydi… O bir ilahtı ve o bir seçilmişti.

O Samires’ti… Doğmamış çocukların anası Samires. Artık doğan piçler dünya düzenindeki gibi tek bir kadının evlatlarıydı. O dünyalılar Havvası gibi tüm Terk-i Ten gezegenin bütün piçlerinin anasıydı. Tüm piçlerin anasıydı Samires. Doğan her piç kız çocuğuydu ve bu gezegen tüm evrendeki gezegenlerin erkekleri tarafından sikilip atılan orospuların doğurduğu piç kızların orospuluğun yüce ilahı olarak yetiştikleri bir gezegen olarak kalıyordu.

Burada ahlak yoktu burada seks kapalı kapılar ardında gizli saklı ve utanarak yapılmazdı. Burada çıplaklık sadece hayvanlara özgü bir şey değildi.

Bir gün…

Bir gün Terk-i Ten’e bir dünyalı geldi. Rüyalarının peşinden gelmişti bu sevişmenin ansız ve apansız olduğu gezegene. Samires’in rüyalarına girdiği günlerden sonra edindiği çılgın birkaç arkadaşının peşine takılıp Terk-i Ten’de Samires’i aramaya gelmişti. Öyle umuyordu ki burada bulacaktı onu. Çünkü içinde yaşadığı dünyada yeryüzünde böyle güzellik ve şehvet verici bakışlar olamaz diyordu kendine.

Okurlarıma bu adamdan biraz bahsetmek istiyorum…

Kısa boylu, zayıf kendinden emin bakışlı ve orta yaşların son demlerinde bir adamdı bu. Adı Carry’di, Carry Oswald. Adliyede yazıcı kâtibi olan Carry yalnız yaşayan ve evliliğin eşiğinden dönmüş tüm hayatını işi ve dairesinde kitaplarının arasında geçiren bir adamdır. Çok sık yaşadığı uykusuzluk sorunu bir yana dursun uyku ilaçları olmadan doğal bir şekilde uyuduğu zamanlarda çoğu kez gördüğü ilginç rüyalar ve kâbuslarla uykusu zehir olurdu. Adliyede tanıştığı birkaç arkadaşından başka görüştüğü dostu da yoktu. Yemeklerini dışarıda yer evinde sadece kitaplarını okurken eşlik olsun diye pişirdiği çaydan başka tüketecek maddesi olmazdı genelde.

Kitaplara karşı aşırı sevgi duyar ve ödünç istenmelerinden korkup çekindiği için kitaplarını bulundurduğu odaya kimseyi sokmaz ve bu tutumundan dolayı pek misafiri olmazdı.

Kitaplarının bulunduğu oda onun mabediydi. Burada ibadet edermişçesine her gün belirli aralıklarla kitap okur onları koklar ve tozlarını alır. Sahaflardan aldığı eski kitapları çok sever ve yırtılıp hasar görmüş kitapları tamir etmeye de bayılır. Sarı bir ışık aydınlatır odasını ahşaptan mobilyalarla bezenmiştir evi. Eski bir piyano bir köşeyi süsler… Üstünde kitaplar. Çalmayı pek beceremez ama evinde bulunması mutlu eder onu. Ütopik aşkı var olduğundan beri evindeydi bu piyano ve tek tuşuna dokunmamıştı. Gözlerini kapatır ütopik aşkının onu çaldığını hayal eder öyle mutlu olur.

Carry’in bir tutkusu da fotoğraflardır. Fotoğraflara bayılır ve evden ne zaman çıksa daima fotoğraf makinesini de yanına alır.

Öyle ki evinin tüm duvarları fotoğraflarla kaplıdır. Sanki kâinatın ve insanların resmedildiği bir duvar kâğıdı gibidir fotoğrafları. Öyle bir şekilde süsler duvarlarını.

***

Bir gün yine hafta sonu bol bol fotoğraf çekip yorgun argın eve döndüğünde kendini yatağa bırakır bırakmaz derin bir uykuya dalar. Kendini bir anda siyah ve beyaz bir şehrin boş rüzgârlı sokağındaki ıslak kaldırımda yatarken bulur. Kımıldamak istese de beceremez. Yapabildiği sadece ellerini açıp kapatabilmek olur. Bağırıp yardım ister korkuyla ama sesi de çıkmaz. Hiçbir anlam veremez buna. Rüzgâr şiddetini arttırmış yağmur çiselemeye başlamıştır. Yüzüne çarpmaya başlayan yağmur damlaları korkutur onu nedense. Buna hiçbir anlam veremez. Sokak bomboştur, uğuldayan rüzgâr ve düşen yağmur damlalarından başka bir ses yoktur etrafta. İçini dolduran korku ve bedeninin tamamen kontrolü altından çıkmış olması onu delirecek seviyeye getirmiştir. Gözlerinden yaşlar boşandığını fark eder. Ağlıyordur, evet, bir çocuk gibi ağlıyordur. Etrafına iyice bakınır ama bir şey göremez. Sonra ellerini gözlerinin önüne getirmesiyle korkusu son safhaya ulaşır. Çünkü minicik bir bebeğin elleridir bunlar ve bir bebeğin bedeninde bulur kendini. Kendi sesini dinlediğinde hıçkıra hıçkıra ağlayan bir bebekten farkı olmadığını anladığında büyük bir çığlık atarak uyanır.

Doğrulup yatağın kenarına oturduğunda ellerine ve bedenine bakar. Dokunur konuşur ve ayna karşısına geçip üstündeki sersemliği atarak kendisine bakar. Yatağına dönüp yanında duran sürahiden bir bardak su içer. Kendini iyice bir daha kontrol ettikten sonra…

Sonra şu soruyu sorar… Neden? Bu nedir? Ve neden ben?

Kafası o kadar karışmıştır ki aklı işlevselliğini yitirip hatta delirmiş gibi o düşünceden o düşünceye sıçrayıp durmaktadır. En sonunda yarın erkenden işe gideceğini düşünerek yeniden yatağa uzanır ve gördüğü kâbustan doğan düşünceleriyle yeniden derin bir uykuya dalar.

Yine aynı ıssız sokakta yine ağlama sesleriyle irkilir. Bir ses ağlama dedi. Yine de dinlemedi ve ağlamaya devam etti. Bu kez biri vardı yanında. Samires’ti bu ama onun bundan haberi yoktu.

***

O sabah her zamankinden daha uykusuz ve erken uyandı Carry. Soğuk bir duşun kendine iyi geleceğini düşünerek banyoya gider ve gördüğü rüyaların anlamını çözmeye çalışır. Rüyalar diyoruz ya aslında bir işaret gibi gelmeye başlamıştır onun için. Bu kadarı da fazlaydı artık. Sanki birileri o uyurken bilinçli bir şekilde bu rüyaları gözlerinin önüne getiriyor gibi hissetmeye başlamıştı. Kafası çok karışıktı ve artık bir şeyler yapmanın zamanı geldi de geçiyor diyerek mutfağa yöneldi.

Her zaman ki gibi şekersiz kahvesini hazırlayıp omletini afiyetle mideye indirip düşünerek çok fazla zaman harcadığını fark edince apar topar iş yerine gitmek için yola koyuldu.

İbrahim Sarp Baysu

Konuk Yazar
Konuk Yazarhttp://www.felsefehayat.net
Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız makalelerinizi themetallords@hotmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

DİĞER YAZILAR