Ana SayfaYazarlarCansu CanCyborg Olma Yolunda İnsan

Cyborg Olma Yolunda İnsan

Siborg Manifestosu’na Atıflar

21. yüzyıl itibariyle teknolojinin ilerleyişinin son sürat devam etmesi, beraberinde bir dizi problem meydana getirmiştir. Bu problemlerden en belirgin olanı ise yapay zekâ kavramıdır. Yapay zekâ teknolojisinin insan yaşamının her alanında kullanılmaya başlanmasıyla vuku bulan ve insanların bu teknolojiden hareketle özlerinin dışına çıkarak makineleşmeye başladığı; bunun da Homo Saphiens türünün sonunu getireceğine dair olan inanç, günden güne gelişerek büyük bir distopya haline bürünmüştür. Makineleşmeye başlayan insanı tarif etmek için Manfred Clynes ve Nathan S. Kline tarafından ortaya atılan “Cyborg” kavramı; 1960 yılında “cybernetic” ve “organism” kelimelerinin birleşimi ile oluşturulmuş olup, Türkçe’ye “yarı robot” şeklinde çevrilmiştir.

Siborg Manifestosu kitabının yazarı Donna Haraway’in de eserinde farklı perspektiflerden yola çıkarak incelemeye tabi tuttuğu bu konuya, ayrıca bir değerlendirme yapacak olursak; cyborg niteliklerine ilişkin şöyle bir liste çıkarabiliriz:

  • Biyolojik ve yapay kısımları bulunan, yarı insan yarı robot şeklindeki varlıkların temsilidir.
  • Melez ve kurgusal bir yaratıktır.
  • Toplumsal gerçeğe aittir.
  • Muhalif olmalarına karşılık masumiyetle uzaktan yakından alakalı değildirler.
  • Hem hayvan hem de makine olabilen bu varlıklar sosyalist-feminist kültür ile iç içe olarak, postmodernizmin de etkisiyle natüralist olmaktan çıkmıştır.
  • Cinsiyet kavramına yer vermez. Hatta ve hatta varoluş kavramını bile kabul etmez cyborg dünyası. Bu yüzden de sonsuz bir ütopyayı temsil etmektedir.
  • Kutupluluk ve hiyerarşik tahakküm ilişkilerini de kendi bünyesine dahil ederek, parçalardan bütünler oluştururlar.
  • Asla ve asla muhterem varlıklar değillerdir.
  • Bütüncüllükten uzak durmalarına karşılık, birbirleri ile temas kurmaktan kaçınmazlar.
  • Hafızalarında kozmoz gibi bir kavram bulunmamaktadır.
  • Esas dertleri devlet sosyalizmidir.
  • Militarizm ve patriyarkal kapitalizmin gayri- meşru evlatları olan bu robotumsu varlıkları hem maddi hem de siyasi açıdan analiz etmek oldukça güçtür. Bunun sebebi ise; onların bilinçle yahut onun simülasyonuyla ilişki içerisinde olarak, bir tür dağılma ve toplanma halinde gözükmesidir.
  • Postmodern kolektif ile kişisel benliklerinin bulunuyor oluşu da bir başka özellikleridir.
  • Cyborg dünyasına mensup olan insanlar; hayvanlar ve makinelerle akraba olmaktan çekinmezler. Ancak yine de sürekli olan parçalı kimlikleri taşıyarak çelişkili konumlarda bulunurlar.

Toplumsal cinsiyet sonrası (post-gender) dünyanın bir yaratığı olduğu için; biseksüellikle, Fallik (Ödipal)– evveli sembiyozla alakalı değillerdir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz toplumsal cinsiyet kavramına Haraway şu şekilde bir tanımlama yapmıştır: “Toplumsal cinsiyet; ırk ya da sınıf bilinci, patriyarkanın, sömürgeciliğin ve kapitalizmin çelişkili toplumsal gerçekliklerinin bize yaşattığı korkunç tarihsel deneyimlerin kazanımlarıdır.” (Siborg Manifestosu, 2006, ss.16). Üzerinde durduğumuz bu toplumsal cinsiyet kavramı aslında cinsiyetli bir kavram değildir.  Her ne kadar sadece kadını içerisine alıyor gibi gözükse de nihayetinde; erkekle kadını eşit bir şekilde kapsamı altına alır. Ancak feminizmle beraber yürüyen bu tartışmaların ilerleyişi dolu dizgin bir şekilde devam ederken, ilk kuşak feminizm toplumsal cinsiyet kavramını bir kurtuluş reçetesi olarak görmüştür. Bu sebeple de toplumsal cinsiyet kavramı sadece ve sadece kadının kimliğini gösteren bir olgu şeklinde karşımıza çıkmıştır. Buradaki temel problemse; toplumsal cinsiyet kavramının sadece kadına özgü bir kavram olarak sunulması ve tarih çerçevesinde erkeklerin kendi haklarını yazarken bulunmamalarıdır.

Kitabın ilerleyen bölümlerinde karşımıza çıkan bir başlık olan tahakküm enformatiğindeki tahakküm kelimesi baskıyı, enformatik kelimesi de bilişimi karşılamaktadır. Haraway tahakküm enformatiği için; bilişim sistemleri üzerinde uygulanan baskıcı rejimin, aslında beyaz kapitalist patriyarkanın, yani kapitalist sistemin ve ataerkilliğin oluşmasına sebebiyet verenlerin bizlere sunmuş olduğunu ifade eder. Eserinde de bu duruma ilişkin olarak şu ifadelere yer vermiştir:

Benim savunduğum argüman, yeni yeni ortaya çıkan ve gerek yeniliği gerekse kapsamı bakımından sanayi kapitalizminin yarattığı düzene benzeyen bir dünya düzeni sisteminde sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyetin doğasında meydana gelen temel değişikliklerle ilgili iddialarda kök salmış bir siyasettir; biz bir organik, sanayi toplumunda çok şekilli bir sisteme, enformasyon sistemine (tam işten tam oyuna, ölümcül bir oyuna) yönelmiş bir hareketin içerisindeyiz. (Siborg Manifestosu, 2006, s. 29).

Tahakküm enformatiğinin bizlere dayatmış olduğu, hayatımızdaki tüm savaşların fitilini ateşleyen pek çok kavram var günümüzde. Bu ikiliklerden gözümüze en çok göze çarpanları da şu şekildeki bir tabloda, temsil ve simülasyon şeklinde ikiye ayırarak gösterebiliriz:

TEMSİL SİMÜLASYON
Cinsellik Genetik Mühendisliği
Zihin Yapay Zekâ
İkinci Dünya Savaşı Yıldız Savaşları
Öjenik Nüfus kontrolü
Emek Robotbilim
Hijyen Stresle başa çıkma
Topluluk Ekolojisi Eko- sistem

Tablo 1.: Tahakküm Enformatiği

Kitapta en çok dikkat çeken ve üzerinde durmak istediğim ikiliklerden birisi öjenik ve nüfus kontrolü. Öjenik; yalın haliyle Platon tarafından ortaya atılmış bir kavram olup, asıl gündeme gelişi Sir Francis Galton tarafından gerçekleştirilmiştir. Teorinin niyet kısmında sağlıksız ceninlerin ayrılıp, sağlıklı ceninlerin yetiştirilmesi amaçlanmıştır. Fakat daha sonra bu kavramın temeli değişmiş olup; toplumdaki zihinsel ve bedensel engelli, hasta, homoseksüel insanların ayıklanmasını hedefler hale gelmiştir. Buna binaen olay belli bir noktada insan ırkını ıslah etme çalışmasıdır da diyebiliriz. Dünya üzerinde dönen maddi savaşların neticesinde ölmüş ya da hastalanmış pek çok insan varken, topluma külfet olarak görülen bu insanların hayat haklarının, devlete hiçbir katkısının olmayacağı görüsünü savunanlar, doğanın kendi seleksiyonuna karşı gelerek öjeniği insan ırkı üzerinde uygulamaya çalışmışlardır. Öjenik kavramını nüfus kontrolü adı altında birleştiren öjenik savunucularına göre; nüfusun bu şartlar altında koruma altına alınması dünyanın doğal işleyişi bakımından büyük önem arz etmektedir. Fakat bu söylemlerinin gerçeği yansıtmadığını, yine kendilerinin öjeniğin alt başlığında sundukları “ari ırk” mefhumunda ayan beyan görmekteyiz. Saf bir ırk türetiminin hedeflendiği bu çalışma beraberinde ırkçılık problemlerini de getirmiş olup, dünyanın siyasi ve sosyal işleyişini büyük bir sekteye uğratmıştır.

İncelemeyi arzuladığım ikiliklerden bir diğeri ise; zihin ve yapay zekâ kavramları. Yapay zekâ kavramının peyda oluşu insan beyni ile başlamıştır. Beynin işlevlerinin keşfedilmesiyle birlikte gün yüzüne çıkan zihin kavramı, insanın yaşama karşı kullandığı en güçlü silahıdır. Ancak insanın elinde bulunan bu gücün doğal yaşayışa karşı yetersiz kalışıyla, zihnin doğasından uzakta ve yapay bir ortam vasıtasıyla yeni bir zihin profili yaratılması hedeflenir hale gelmiştir. İnsanın kendi eliyle var ettiği, hatta ve hatta kendi ırkının sonunu hazırladığı bu teknoloji; günlük hayatta pek çok yarar sağlamasına karşılık, insan zihninin kullanımını da en aza indirgemeyi bünyesinde barındırmaktadır. Beynimizin zamanla körelişini destekleyerek yapay zekaların kullanımını arttırmamız, gündelik alet kullanımında pek çok işe yarasa da olayın içeriğinde; yapay zekâ ve 3D teknolojisi ile birleşen trans bir insan modeli yaratma söz konusudur.

Kökenini cinselliğin oluşturduğu diğer bir husus olan genetik mühendisliği, postmodernist dünyanın da etkisi ile günümüz bilim insanları tarafından konuşulur hale gelmiştir. Genetik mühendisliğinin asıl vizyonu canlı olarak atfettiğimiz varlıkların kalıtsal özelliklerini değiştirerek, yeni işlevler yaratmaya çalışmaktır ki; bu da beraberinden bir dizi problemi getirmektedir. Rekombinant DNA teknolojisi, genetik modifikasyon ve gen klonlaması teknikleriyle gen değişimini sağlamaya çalışan genetikçiler, eril ve dişil canlıların birleşimine gerek kalmadan yapay yollar sayesinde bir döllenme meydana getirerek insanın doğal dengesinin bozulmasına zemin hazırlamaktadırlar. Daha dirençli mahsullerin alınabilmesi, hayvanlardan ve bitkilerden elde edilecek olan verimli döller ve hastalıklara karşı üretilen tedavi yöntemleri, genetik mühendisliğinin insanlara sunmuş olduğu pozitif çalışmalardır. Ancak kaliteli ürün alımı için yapılan DNA oynamalarının insan sağlığı üzerinde de birçok olumsuz etkisinin olduğunu hali hazırda bilmekteyiz.

Kitabın bir başka kısmında dikkat çeken sosyalist- feminizm kavramı; sosyal sınıflar, koşullar ve ekonomik konumla doğrudan ilişkilidir. Sosyalist-feministlere göre ataerkil toplumlarda kadınlar, erkeklere tabi bir şekilde düşük ekonomik pozisyonda yaşarlar. Bu yüzden de sosyalizm ve feminizm bu noktada birleşirler. Ele aldıkları en önemli iki konu başlığını şu şekilde sıralayabiliriz:

  • Kadınların erkekler ile birlikte aynı sistem içerisinde eşit şartlarda yaşaması ve çalışması.
  • Kadınlara atfedilmiş olan işlerin aslında onları vasıfsızlaştırmaya itmesi.

Haraway sermayenin formları ve bu sermayenin kültürel uzantılarıyla ilişkili olarak üç tane aile formu ortaya koyar. Bunlar; çekirdek aile, modern aile ve evde çalışma ekonomisine uygun ailedir. Bu ailelerden ilki olan çekirdek aile yapısı, geleneksel ve ataerkildir. İkinci aile yapısı olan modern ailede kadının rolü gittikçe önem kazanmakla birlikte, üçüncü aile yapısında bu durum daha da değişerek, kadınların çalıştığı ve aileye maddi anlamda katkı sağladığı bir konuma dönüşür. Bu yüzden de birinci ve üçüncü aile yapıları hakkında; birbirleriyle oldukça zıt bir durumdadırlar diyebiliriz.

Eserin ilk dört bölümü bu konu başlıkları üzerinden ilerlerken, beşinci bölümünde “Entegre Devredeki Kadınlar” başlığı altında gelişmiş sanayi toplumlarındaki kadınların konumu analiz edilmiştir. Haraway, yenilenen dünya teknolojisinde toplumsal ilişkiler üzerinden bir ağ kurarak, iletişimsel anlamda kadınların bir cyborg kimliklerinin olmadığını ifade ederek, kapitalist düzen içerisinde feminist bir bilimin imkanını araştırır. Cyborg kimliklerini ev, ücretli iş yeri, okul, pazar, kilise ve hastane gibi, kapitalist toplumlarda idealleştirilmiş mekanlar üzerinden inceleyen yazar; ücretli iş yerlerinde cinsiyete dayalı iş bölümleri yapılmasını, evdeki aile içi şiddeti, pazardaki tüketim ilişkilerinin ihtiyaca yönelik değil de üretimin fazla ürünlere ve rekabete göre düzenlenmesini, devlette beyaz ırktan olmayan kadınlara mesleki mobilitenin yaygınlaşmasını, okullarda eğitimin sanayiye kanalize edilmeye başlanmasını, ağır ve kapalı bir dille eleştirmiştir. İdealleştirilmiş bu mekanlardaki problemlerin müsebbibi toplumsal cinsiyet kavramı ve kimlik sınırlılığıdır. Ayrıca bu durum bir kültürel yoksullaşma olarak değerlendirilmelidir. Ona göre kültürel yoksullaşmanın önüne ancak ve ancak kimlik çeşitliliğiyle geçilebilir. Değişen dünya düzenindeki toplumsal ilişkilere baktığımızda, insanların kültürel yoksullaşma problemine çözüm olarak marksizmi, feminizmi ve psikanalitiği ürettiklerini görebiliriz. Fakat bu noktada tam anlamıyla bir çözümün geliştirilmediği de aşikardır. Zira insanların bağlanmış oldukları tahakküm ilişkilerinin karşısında esasen herhangi bir çözüm arayışı ya da farkındalık mevcut değildir. Sadece olan kuralları belli bir kertede değiştirebilme söz konusudur. Feministler kuralları değiştirme durumuna ek olarak yeni bir dil oluşturmayı ileri sürerler. Ancak bu durum Haraway için emperyalist bir tutumdan başka bir şey değildir. Feminist bir bilimin oluşması için de bilim ve teknolojinin toplumsal ilişkiler üzerinden kavranıp, kapitalist sistemin kadınları ideolojik düzlemden sıkıştırmasından kurtararak, iletişimler arası hazların baz alınmış olması gerekmektedir.

Haraway entegre devre içindeki kadınlara yönelik siyasal ve sosyal tutumunu kitapta şu şekilde ifade etmiştir.

“Ben, şahsi bedendeki ve siyasal topluluktaki sınırların geçişkenliğini ve mekanlarla kimlikler bolluğunu akla getiren bir ağ benzeri ideolojik imgeyi tercih etmekteyim. ‘Ağ oluşturmak’, hem feminist bir pratik hem de çok uluslu şirketlere özgü bir stratejidir, ağ örmekse muhalif siborglara göredir.” (Siborg Manifestosu, 2006, s. 49).

Cinsiyet ve kimlik sınırlılığını, yani toplumsal cinsiyeti aslında biz insanlar üretiyoruz. Çünkü cinsiyetlere bütünüyle bir biçim atfediyoruz. Toplumsal cinsiyet zamana göre değişkenlik gösterdiği için, buna muhalif kesimler sistemin seyrini değiştirebilirler. Buna müteakiben de toplumsal cinsiyet kavramını tamamıyla yıkan “post- gender” kavramı örnek olarak gösterilebilir.

Bahsettiğimiz bu yarı makine olan varlıklar cinsiyetsizlik eşitliğine bir isyan niteliğindedir ve öteki adı altında yapılmış ve yapılacak olan tüm tahakkümlere karşı bir direniştir. Kadın bedeninin sömürülmesine engel olacak bir ideoloji olan cyborg; ayrımcılık karşıtıdır ki bunun sebebi makinelerin beden ya da zihin ayrımının olmayışından kaynaklıdır. Çünkü makineler bütünüyle bir beden ve zihin olarak var olurlar, tahakküm altında kalan ötekilere benzemezler. Bunun yanı sıra bizi tahakküm altına almak gibi bir girişimde de bulunamazlar.

Sonuç olarak siborglar, toplumsal düzenin tüm kimliklerini sarsan bir ütopyadır ve sırf bu yüzden toplumun inandığı tüm etik normları değişime zorlayacaktır. Bizler cyborg olarak yaşamayı seçmiş değiliz. Canlı bir organizma olarak dünyaya gelmemiz ve gündelik hayattaki işleyişimiz bizi cyborg olmaya zorladı. Filmlerde, çizgi romanlarda sıkça karşımıza çıkan bu siborgların ütopyadan gerçeğe dönüştüğünü söylemek, şimdiler de pek de afaki sayılmasa gerek. Aslında bakacak olursak; biyoloji ve teknoloji ürünlerinin birleştirilmesi ile hibrit bir türün ortaya çıkması söz konusu bu tasavvurda. Hayatımıza dahil ettiğimiz makineleri, kimlikleri, sınıflandırmaları kurmak nasıl ki bizim elimizdeyse, yok etmek de bizim elimizdedir. Transhümanizmi tarih perspektifine sokan ilk kişi Julian Huxley, insanın evrimini yalnızca trans model üzerinden tamamlayabileceğini söyler. Bu örtük biçimde iyi gibi gözükse de Huxley’in aslında öjenik hayranı bir bilim insanı olduğunu bilmemiz, işin seyrini siyasi yöne çekmektedir. İçinde bulunduğumuz kaotik ortamın esas nedeni kaostan yeni bir düzen çıkarmaya çalışmaktır ki, bu da cyborg teknolojisinden geçmektedir. Kaos ortamının bize getirdiği itaat etme sorunu eskiden militarist bir çerçevede ilerlerken, şimdilerde bu tamamen ortadan kalktı. İtaat sorunu artık teknoloji yoluyla beraber hale geldi. Keza bunun böyle olduğunu askeri ve siyasi alanda bile görebilmekteyiz. Kısacası bütün bu söylediklerimizden yola çıkarak; insanın tamamıyla kusursuzlaştırılıp, adeta bir tanrı edasına büründürülmesinin insanlık tarihi açısından ne kadar tehlikeli olduğunu ve ontolojimize sahip çıkmamız gerektiğini bir kere daha hatırlatarak sözlerimi burada sonlandırıyorum.

Cansu Can

Haraway, D. (2006). Siborg Manifestosu. Çev., Osman Akınhay. Taksim- İstanbul: Agora Kitaplığı.

Cansu Can
Cansu Can
4 Ağustos 1999 tarihinde İstanbul Kadıköy’de doğdum. 2022 yılında İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümünden mezun oldum. Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi, Adalet Bölümünde ise hala öğrenim görmekteyim. Yazılarımın genel hattını felsefe, mitoloji, ezoterizm, spiritüalizm, sembolizm, edebiyat ve sanat konuları oluşturuyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

DİĞER YAZILAR