Yalnızlık, İlahi Düzen ve Meçhul Adamın Karanlık Tutkusu

Pazar ayinlerinin birinde Başrahip şöyle demişti: “Dokunmak, ilahi düzeni alt üst eder. Bu bir tanrı buyruğudur; dokunmadan sevmeyi öğrenmeliyiz evlat!” O da öyle yapıyordu. Kadınını uzaktan izlerken kendine dokunuyor, inceden inceye sertleşiyor, türlü hayaller kuruyordu. Çaresizlik, bedenini bir veba gibi esir almıştı. Küçük, umursamaz hareketlerle yerinden doğruldu. Kahkaha atması gerekiyordu; ona göre tanrı ile başlayan her cümlenin sonunda uçsuz bucaksız bir kahkaha atmak şarttı. İşte asıl ilahi düzen, mastürbasyonun ardından gelen eksiksiz bir şamata… Tanrı da hazzın tanrısıydı.

Göklerdeki Babamız,
Adın kutsal kılınsın.
Egemenliğin gelsin.
Gökte olduğu gibi, yeryüzünde de Senin istediğin olsun.
…Amen. (Çocukluk korkuları üzerine bir ilahi)

Uzun zaman önce sevişmeyi bırakmışlardı. İlahi emirlere birebir uyuyorlardı. Tanıyan herkes, bu ilişkiyi küçük bir çocuk ile tanrı arasındaki saf bağa benzetiyordu. Haksız da değillerdi. Dedektifler henüz dedikoduyu çıkaranları, yani asıl failleri bulamamıştı. Oysa savcı raporuna düşülen küçük bir not her şeyi açıklıyordu: Sevişmeden âşık olanların cesetleri ortada kalmış, sahipsiz kalmıştı—tıpkı tanrıları gibi.

Aşkı geviş getirmekten bıkmıştı. Boşunalıktı bu. Eyleme geçmesi, kadını için çaba göstermesi gerekiyordu. Beyninde iki ölümcül soru patladı:

Aşk, içgüdülere teslim edilecek kadar vahşi bir duygu muydu?

O, eylemlerin en yücesi sayılabilir miydi?

Düşündü: Hangisinin cevabı işime yarar? Hiçbiri. Ben sadece aşkın kendisiyle ilgileniyorum, beni kabul etmesi için de elimden geleni yapmaya hazırım. Âşık olduğu kadın, aşkın ilahlaşmış haliydi; bense ona tapan bir mürit gibiydim. İşte ben bunu seviyorum!

Gece kuruyordu. Her sigara dumanı, gecenin zayıf ışığına sataşan bir hayalet gibi süzülüyordu. Farkına varması zor değildi: Gece bir şahitti. En iğrenç anıları bir bir not eden, insanın bilinçaltını zehirleyen bir müttefikti. Yazmaktan incelmiş parmaklarını kaleminden ayırıp, sönmeye yüz tutmuş izmaritten bir sigara daha yaktı. “Yazan eller günah işlemez değil mi, peder?” Başrahip gülümsedi: “Bir erkeğin gizli düşleri, günaha açılan bir kapı gibidir. Ama şunu bil, senden vazgeçmiş değilim; hala seninleyim. Tanrının seninle daha çok işi var, evlat. Onu görmezden gelme!”

Sigara dumanı, bir kadın dokunuşu gibi korkak ve kaçak bir fiziğe büründü. Hemen yanı başında gramofonda bir ilahi çalıyordu; çocukluğundan beri ezbere bildiği bir ilahi. Ezgiler bir iç çekiş gibi karanlığın üstüne serpiliyordu. Doğa tepkisizleşiyor, ağaçlar heykel halini alıyordu. Bir duman daha çekti; bu kez sevdiği kadının silüetini gördü: “Ahh, ne güzeldir seninle ölmek; beni de al, dokunmadan sevdiğinle ölmek, sevişmekten daha yücedir.” Başrahip, gereksiz bir huşu ile bu görüntüye hayran kaldı; bu, bir adamın tanrı katına yükselme azminin resmiydi. Her inleme, bir dua gibi yükseldi sefil bedenlerde. Ölüm aşılmış, ölüm illüzyon olmuştu. Çiğ yağan tarlalarda dolaştı bir süre. Gerçeği aramak kolay değildi; artık yurtsuzdu. Bu adamın ulu mimara koşulsuz teslimiyetini izliyordu.

Nam-ı Diğer Kadın: Yalnızlık

Epeydir penceresinden dışarıya bakmamıştı. Sıkılgan bir ruhun huzur bulduğu tek yer burasıydı, Tanrı’nın şefkatli kucağı. Hayatı boyunca sadece İncil okuyup, sevişmeyi unutmuş bir adamdan ne beklenirdi ki? Biraz ekmek, su, tuz ve şarap… Her şeyi unuttuğu tek yer burasıydı. Kırık dökük çatıdan akan yağmur damlaları, kapanmaya meyilli göz kapaklarını aşındırmaya devam ediyordu. Gece, esmer dolgun kalçalı bir kadın gibi çalkalanıyordu. Orman hışırtısı azalmış, kulaklar kadından gelecek çağrıya kesilmişti.

Ne zamandır traş olmamıştı; sakalları haddinden fazla uzamıştı. Ama dert değildi: Her organını hayatı kolaylaştırmak için ustaca kullanmayı öğrenmişti. Kızıla çalan sakallarını bir filtre gibi kullanıyor, sigara dumanıyla şarap tadını fermente ediyor, midesini daha fazlası için hazırlıyordu. Midesi bir taş ocağı gibi çalışıyor, her taş, bir günahı ezer gibi yediklerini mahvediyordu.

Sessizlik bir patlamayla bozuldu. Şarap, ekmek ve tuzla bir meydan muharebesine girişti: Gümmmmm. Gümmm. Pofffff! Savulun kafirler, tanrı sunaklarını İsa’nın kanıyla doldurmaya geldi. Dionysos ise uzaktan izliyor, içten içe kıkırdıyor, tüm organlara nüfuz etmeye çalışıyordu. İlahi düzen burada da vuku buldu. Muharebe böylece sürüp gitti.

Uyuklamak üzereydi. Dionysos köşede sızmış, ayak parmaklarıyla şömineyi karıştırıyor, bir yandan da tüttürüyordu. Ateş sönmek üzereydi. Oda karanlığa büründü; eşya seçilemiyordu. Kadın uzaklaşmış, adam ve Tanrı sızmıştı. Büyük sessizlik yeryüzüne indi. Kimsesiz bir bedduayla sevişen acı, doğurgan bir kadının bulutsu göğüslerinden fışkırırcasına tekrar yağmaya başladı. Adamın adı Meçhul, Başrahip ise uzun süredir kayıptı. Bu iki adamın son sözleri, insanların yüzünde ıslak bir tokat gibi patladı: “Sizin lisanınızda yalnızlık dedikleri şey, uykusuz, renksiz, isteksiz, yavan bir adamın hastalıklı rüyasından ibarettir.”

Kısaca, Nam-ı Diğer Kadın’dı: Yalnızlık.

Can Murat Demir

1 Yorum

  1. Peki ya kadın geri dönmek suretiyle bir gün herkesi uyandırırsa bu yalnızlık uykusundan? Ya da hiç gitmemişse, yalnızca emre itaatten aşksızlığa mahkum edilmişse/etmişse? O vakit başrahip günahlarla kapatılmış derin bir mezarın en dibinde bulmaz mıydı kendini?

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Bakış Yolları