Ana SayfaRöportaj"Çerçici" Soruyor: İnsan Aşılması Gereken Bir Varlık mıdır?

“Çerçici” Soruyor: İnsan Aşılması Gereken Bir Varlık mıdır?

Bu yazıda Recep Yılmaz’ın son kitabı “Çerçici”yi konuk edeceğiz. Bu konukluk süresince yazarın son telif eseri “Çerçici”yi, “yazma” eyleminin temel süreçlerini ve ardında yatan entelektüel kaygıları konuşacağız.

Recep Yılmaz

Dilerseniz başlayalım Hocam. Sizi tanıyabilir miyiz: Bir akademisyen-yazar olmanın dışında Recep Yılmaz kimdir?

‘Bir aile babası ve müziğe ilgi duyan birisidir’ diyebilirim. Pek çoğumuz gündelik yaşantımızda kendimizi benzer şekillerde tanımlıyoruz ve yaşamımızı bu şekilde sürdürüyoruz. Sağlıklı bir düşünce tarzı da. Bununla birlikte bir yazarın benliğinden bahsedebilir miyiz? Emin değilim. Zaten “ben”in bir “şey” olduğunu iddia etmek sapma olurdu herhâlde, ama bir “mefhum” olduğuna şüphe yok. Tıpkı doçentlik, doktorluk ya da yazarlık gibi “öznelerarası” düzlemde üretilen bir “şey”. Hepimiz bir şekilde “kendilik” denilen özerk alanımızda bu “şeyliği” anlamlı hâle getirmeye çalışmıyor muyuz? -Kırkımda ulaştığım bir çeşit “felsefi tevekkül” biçimi belki.- Ben de aile yaşantısından ve kendi ilgilerinin izini bırakmamaktan haz alan birisiyim ve hayatı böyle anlamlandırmaktan mutluluk duyuyorum.

Yazma eyleminin sizin için ne anlama geldiğinden konuşalım. Daha özelde Çerçici’yi yazmaya iten nedenler neler?

Sizin tanımınız aklıma getirdi: “Yazmak eylemdir,” diye bir slogan vardı, bir kalem markasının. Hatırlarsınız belki. Metin yazarı Wittgenstein olabilir mi? Değinilerinin arasına “Worte sind Taten,” yazdıktan sonra reklâm ajansına iş başvurusu yapmış mıdır? Şaka bir tarafa, gördüğüm en felsefi reklâm sloganına ilham verdiği kesin.

Sorunuza dönecek olursak “Benim için yazmak eylemi, hayata dair geliştirdiğim bir ilgi biçimidir,” diyebilirim. Şu an için tabii. Doğruyu söylemek gerekirse, “Çerçici”yi kaleme almadan önce yazmak, ilgiden öte, yaşamsal bir kaygıydı. Başka türlü yazar olunmuyor sanırım. Hakikatin çölüyle bir şekilde yüzleştikten sonra tevekkül sahibi oluyorsunuz. En azından süreç benim için öyle işledi.

Bu kişisel nedenlerin dışında yazmanın çok farklı bir ifade formu olduğunu unutmamak gerekir. Wittgenstein’dan söz açmışken, Searle dönüp f(p) formülüyle bunun bir kısmını açımlayabiliriz. Yazmak ve okumak farklı zaman dilimlerini içeren iki kavramdır. Bu noktadan hareketle Eco’nun kavramlarını ödünç alırsak, şunu ifade edebiliriz; yazdığınızda okuyucu karşısında “amprik yazar”ı bulmaz. Varsaydığı bir yazar üzerinden okumalarını yapar. F (işlev), p (önerme) denkleminin iletişimsel açıdan doğruluğuna çoğu kez tanık olmuşumdur. Bir önermenin anlamı işlevinden bağımsız oluşamaz. Sırf bu nedenle dünyanın pek çok yerinde kendine yer edinmeye çalışan erkekler takım elbise ve kravat denilen ilginç giyinme tarzına bel bağlar ve beraberinde getirdiği tüm zahmetlere katlanmak zorunda kalır. -Bir nebze olsun ciddiye alınma olasılıklarını artırmak ya da pozisyonlarının sağladığı avantaja halel getirmemek için.- Bir yazar, yazarken kravat takmak zorunda değildir. İşinin kravatla bir ilgisi olmadığından olsa gerek, yazdıklarını okutmayı becerebilir.

Yazma ve konuşma arasındaki erim farklılıkları; okuma pratiği ile dinleme edimi arasındaki etkileşimsel benzeşmezlikler; sözün, konuşma ve yazma sırasında belirim kazanırken büründüğü formel yapı diğer ayrımlar arasında sıralanabilir.

“Çerçici”ye dönecek olursak, “adlandırmanın ontolojisi” üzerine bir hikâye yazmak istiyordum. Çerçi ile ilgili izlediğim bir belgesel bana ilham verdi. Novellayı tasarladığımda, anlatı ve hikâye arasındaki tüm denklemleri yerine oturtabildiğime kani oldum ve yazdım. Amaçlarıma ulaşabildiğimi söyleyebilirim. Bu konuda söz söyleyebilecek insanlardan genel olarak olumsal tepkiler alıyorum. Dikkatimizden kaçan bir şeyler vardır belki de ancak henüz böyle bir dönüt almadım. Nitelikli okuyucular da güzel tepkiler veriyorlar. Her insanın yaşarken karşılaşmak isteyeceği türden tepkiler. Hepsinin ayrı ayrı değeri ve yeri var. Benim için çok kıymetliler.

“Neden yazarız” sorusu yorucu bir soruydu kabul ediyorum, biraz daha rahatlayalım: Edebiyatla ilginiz nereden geliyor? Çocukluğunuz ya da gençliğinizde yazma girişimleriniz olmuş muydu, sizi yönlendiren birileri oldu mu hayatınızda?

Edebiyatla ilgimin kültürel bir konu olmadığından söz edebilirim. Ailemde yazar yok. Kişilik olarak yönlendirilebilir bir insan olduğum pek söylenemez -ya da belki de ben tüm yönlendirilebilir insanlar gibi öyle olmadığımı zannediyorumdur.- Bununla birlikte edebiyata olan ilgimin oluşmasında kız kardeşimin rolü vardır diyebilirim.

Belki ilginç gelebilir ama kitap okumaya kardeşimin yönlendirmesiyle liseden sonra, yazmaya üniversite döneminde başladım. Okuma konusunda hızlı, yazma konusunda temkinli ilerlediğimden söz etmem mümkün. Üniversite son sınıftayken filozofların metinlerinin bir kısmını bitirmiştim. O dönemde tamamladığım akademik okumaların bir kısmı da doktora yaparken derslerde önerilmişti. İyi ilerlediğim sonucunu buradan çıkarıyorum. İlk hikâyemi üniversite ikinci sınıftayken yazmıştım. Güzel bir hikâyeydi ama o yaşam dönemine ilişkin pek çok şey gibi belirli bir olgunluktan uzaktı. “Çerçici”ye kadar olan tüm zaman dilimi aslında bu olgunlaşma sorunuyla ilişkili. İyi bir hikâye anlatmak yazarın boynunun borcudur. Özgünlük ise yazar olmaklığın kabuğunun ötesinde, sanatsal kaygılarla ilişkili bir konudur. Bir hikâyeyi ancak kimsenin anlatmadığı bir biçimde anlatabiliyorsanız ve bu kabullenilebilir bir şeyse, ona ilişkin bir değerden söz edebiliriz. İlk hikâyem ve “Çerçici” arasındaki yaklaşık 17 yılın, hikâyenin gramerini anlamak ve uzmanlaşmak için adanmış bir olgunlaşma süreci olduğu söylenebilir. Böylesine sürdürülebilir bir ilgi normal bir insanın harcı mıdır? Bilmiyorum. Nitelikli yayınevlerinin editörleri daha iyi bilir ama sürecin sonunda, az önce bahsettiğim felsefi tevekküle bir şekilde vâkıf olmanız gerektiğinin mutlaklığından bahsedebilirim.

Okuma yelpazeniz hakkında konuşalım biraz, hangi türde okumalar yapıyorsunuz? Sizi etkisi altına alan bir yazar ya da kitap var mı?

Okumalarımı geliştirdiğim ilgiler yönlendiriyor. Akademik, felsefi, edebi ve sanatın çeşitli dallarına ilişkin okumalar yapıyorum. Akademik okumaların çok yönlü olduğundan bahsedebilirim. Doktora öncesinde birbirinden oldukça farklı alanlarda metinler üretmiştim. Doktora sonrası çalışmalarda ise “anlatıbilim” ve “iletişim”in kesiştiği başlıklar altında akademiye, itibar gören çalışmalar kazandırdım. Okumalarım da ağırlıklı olarak bu bağlamda ilerliyor. Felsefede ise daha çok filozofların kendi metinlerini okumayı tercih ediyorum. Edebi okumaları ise türlere göre ve genellikle anlatı yapılarının dönüşümüyle birlikte takip ediyorum. Sanatsal okumalar ise ilgilendiğim dallarla sınırlı.

Üniversitedeyken Wittgenstein ve Nietzsche’nin romantizminden etkilendiğim olmuştu. Kitaplarından ziyade yaşam tarzları ilgimi çekmişti. Filozoftan çok birer film yıldızına duyulan türden bir beğeniydi bu. Filozof olarak Spinoza benim için çok önemlidir. Spinoza’nın büyüklüğünün yalnızca hayatından değil, geometrik yöntemi kullanma şeklinden de ileri geldiğini düşünüyorum. Belki size aşırı gelebilir ama Spinoza benim için yalnızca bir filozof değil, bir ölçüttür de. Örnek verecek olursak, Wittgenstein’ın, “Tractatus Logico Philosophicus”u ilk elime aldığım zamandan söz edebilirim. Bakar bakmaz “Yedi tane belitle kuram mı geliştirilir?” diye sormuştum kendi kendime. Biraz ucundan göz gezdirdiğimde çok da tutarlı gelmemişti. Popper’ın nevi şahsına münhasır kişiliğini bir kenara bırakırsak, Viyana çevresini duyduğumda ise çok şaşırmıştım. Sanırım Wittgenstein değini mantığından kendini bir türlü kurtaramamış. Bununla birlikte kitabından türeyen filozof topluluğuna rağmen kendi kuramını bir kenara bırakması, önemsenmesi gereken bir davranış. Aklımda hep ilginç bir figür olarak kalacak. Hayat hikâyesinin kalanı apayrı bir konu.

Edebiyat alanında ise Beirce’ın kalemini beğendiğimi söyleyebilirim. “Çerçici”den sonra okumuştum. Sevdiğim daha pek çok yazar var. Lakin okumaktan zevk almak ile etkilenmek birbirinden farklı konular. Her yazarın kendine özgü bir çalışma pratiği vardır. Metinlerimi inşa ederken yalnızca onlarla ilgilenirim. Ele aldığım konu, hikâyenin dinamikleri ve anlatıyı (başka bir deyişle hikâyenin gramerini) kurma şeklim çalışma sistemimin özünü oluşturuyor.

Çerçici’yi hangi türe konumlandırmalıyız? Görünen o ki her okuyucuda farklı bir “Çerçici” ortaya çıkıyor. Bu bağlamda bir türden ziyade ona “yaşayan” bir metin diyebilir miyiz?

Biraz karmaşık bir konu. Felsefi bir korku hikâyesi olarak yazmaya başladım. Adlandırmanın ontolojisi üzerine yoğunlaştım. Metnin ortasına geldiğimde ise çift taraflı kodlama tekniğini kullanmaya karar verdim. Aynı anda birini okuyanın diğerinin farkına varmayacağı iki hikâye anlatabileceğimi gördüm. İletişim bilimci olmanın da bu konuda yardımı olduğundan bahsedebilirim.

Bu noktada sizin tespit ettiğiniz noktaya metin gelmiş oluyoruz. Doktora tezinde, bilişsel anlatıbilim çalıştığımda “kapalı bir metnin imkânsızlığı”na kani olmuştum. Ben de olabildiğince açık bir metin yazdım. Korku, komedi, gerilim ve aksiyon türlerinin özelliklerini barındırıyor. Açık bir metin olduğu için de her okuyan kendi hikâyesini oluşturuyor. Birden çok hikâye oluşu, sonun muğlaklığı ve Iser’ın belirttiği türden boşlukların varlığı ise metni sürekli kendi içine dönmeye zorluyor. Hevesli bir okuyucu için, metin her bittiğinde yeniden başlayacaktır. İyi bir okuyucu iseniz zihninizin içine aldıktan sonra okuduğunuz şey soyut bir organizmaya dönüşecektir.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, Hayri İrdal karakteri üzerinden şunları söyler: “İnsanoğlu insanoğlunun cehennemidir.” Ne dersiniz Çerçici’nin başkarakteri Kenan da aynı fikirde gibi görünüyor. Buradan hareketle “İnsan”ın modern dünyadaki açmazlarını nasıl betimlersiniz: sizce hala umut var mı?

Hangi hikâyeyi okuduğunuza bağlı. Klinik psikologlar ve psikiyatristler “Çerçici”yi felsefi bir korku hikâyesinden ziyade bir çöküş hikâyesi olarak okuyorlar. İkinci metin yüzeyi ve birincisine kıyasla eksiksiz bir hikâye. Karakterin bu kısmına girmek ise kolay olmadı. Karakterin içinden çıkmak da öyle. DSM 4 üzerinden çalışmıştım. Orada ikincil eksen bozuklukları olarak geçiyor. Bu tür bozuklukların ortak özellikleri güçlü bir narsistik saldırı duygusu, yüksek düzeyde gelişen kaygı bozuklukları ve çoğu zaman içlerine düştükleri paranoya olarak gösterilebilir. Kenan’ı -birinci hikâyedeki gibi- sıradan bir insan olarak ele alırsanız, dünyayı son derece kötü bir yer olarak okursunuz; -ikinci hikâyenin ekseninden gidip- bir şizotip olarak düşünürseniz, insanların sıradan bir hayat yaşadığını, onları öyle yorumlayanın Kenan olduğuna kanaat getirirsiniz. Bu diyalektik ilişki, çift yüzeyli metni oluştururken güttüğüm temel bir kaygıydı.

Sorunuza dönecek olursak, konuşmanın başında da belirttim; “ben” diye bir “şey”den söz edemeyiz. Bu bizi bahsettiğiniz diğer kavramı da sorgulamaya ite. Bu bağlamda “umut” diye bir “şey”den söz etmemiz de olanaksızlaşır. Bunlar birer mefhum, dünyanın bir parçası değil. İçinde yaşadığımız toz zerresine başka bir boyuttan bir varlık gelse, birbirine karşı ortamdaki havayı titreştiren ve bunun sonucunda hareket eden canlılar görürdü. Bunların arasında bir ilgi kurması mümkün olmazdı. Tıpkı benliğimiz gibi, gerçekliğimizin kalanı da öznelerarası bir boyutun ötesinde anlam taşımıyor. Toplumsal gerçeklik de buna dâhil. Zaten, algıladığımız biçimin dışında et ve kemikten ibaret olan, dolayısıyla aslında var “olmayan” bir şey için umut nasıl olabilir ki? Kendi üfürdüğümüz köpüğe karşı daha sağlıklı bir tutum geliştirmek, belki de onu daha güzel yapacak tek seçenektir. Zira, dünyayı-Kant’ın yaşlılığında idrak ettiği gibi- içimizde kurarız ve -ekleyecek olursak- biz onu nasıl algılıyorsak, dünya bizim için odur, çünkü bizden bağımsız düşünülemez -hatta belki de başka bir şey olarak da.- “Çerçici” her ne kadar huzursuz edici bir metin gibi görünse de aslında tevekkül vaat eder. Onun iki tarafını da okuyan, diğer bir ifadeyle okuma sürecini tamamlayan birisinin, bu yönde bir kavrayışa sahip olacağına dair güçlü bir inanç besliyorum.

“Çerçici”yi okurken birçok disiplinin bir arada çalıştığını görüyoruz. İletişim, Psikoloji, Sosyoloji ve Felsefe… Bunların arasında en çok dikkati çeken Edebiyat-Felsefe ilişkisi. Ne dersiniz bu konu hakkında?

İki sinopsisi olan bir metnin kesişim noktalarını maniple etme becerisini sanırım iletişimciliğin mesleğim olması sayesinde başarabildim; geri kalanına da ilgilerim ölçüsünde haizim, akademik bir uzmanlığım yok. “Bir şeyler becerebildiysem, olsa olsa yazar becerisidir,” diyebilirim.

Hikâyelerden biri, bir şizotipi anlatıyor. Bu tamamen psikoloji ve psikiyatrinin sahasında. Patolojik bir vakayı herhangi bir karakteri anlatır gibi anlatamazsınız. Bunun bir çeşit sınama olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle bir zorluğu var: Bir psikolog olmasanız da bir klinik psikolog ya da psikiyatrist okuduğunda hata bulamamalı. Bu farkındalıkla karakterizasyon dosyasını oluşturmadan önce üzerinde ciddi bir şekilde çalıştım. Hatta akademisyen arkadaşlarımdan yardım aldım. Hepsine teşekkür ediyorum. Karakterin içine girmeyi ise hikâyeyi anlatırken başarabildim. Çıkabilmeyi ise eşime borçluyum. Başarılı da oldum sanırım. Klinik alanda uzmanlaşan okurlar, kalıcı psikoza bu kadar yakın olan bir kişiliği nasıl anlatabildiğimi merak ediyorlar. Hem üniversite hocası olmak hem de bu düzeyde bir kişilik bozukluğundan muzdarip birisinin zihninden dünyayı anlatmanın arasında bir antagonizma olduğunu düşünüyorlar. Onların bu merakları, benim için gurur kaynağı aynı zamanda.

“Çerçici”nin geçtiği dönemin ataerkil yapısı düşünüldüğünde ise günümüz Türk toplumsal sisteminin içerisinde erkeğin konumunun hangi süreçte yerinden edildiğini anlamak mümkün. Bu da sosyolojik bir bakış açısı sunuyor; diğer toplumsal ilişki pratikleri de öyle.

Adlandırmanın ontolojisi kitabın temel konusu olduğundan sizin de bahsettiğiniz gibi edebiyat ve felsefe ilişkisinin başatlığından söz edilebilir. Edebiyatçılar, sosyologlar, psikologlar, iletişimciler ve hatta hukukçuların yanı sıra filozoflar da “Çerçici” ile derin bir ilişki içine giriyorlar. Bu türden uzmanları olanların yanı sıra ilgili ve güçlü okuma pratiği olan okuyucular da düşünüldüğünde metnin anlamlandırma spektrumunun çok geniş olduğunu söylemek mümkün. Herkes kendi ilgisi ve yetkinliği ölçüsünde metne yeni halkalar ekleyip boyutlarını genişletiyor. Bir yazar olarak insanlara hayat dersi vermek gibi bir kaygım hiçbir zaman olmadı. Kişiliğim de öyle değil açıkçası. Okuyucular, “Burada bunu mu anlatmak istedin?” diye sorduğunda ise da “Metnin yarısı benim,” diyorum. Kalan yarısı elbette ki okuyucularımın.

Konu felsefeye gelmişken, özellikle varoluşçu felsefe ile aranız nasıl? “Çerçici”nin okuyucuda “varoluşçu roman” izlenimi bırakması hakkında neler söylersiniz?

Varoluşçuluk, felsefi bir akım olarak ilgimi pek çekmiyor. Daha ciddi filozofları okuyorum açıkçası. Yüksek lisans yaparken Nietzsche ve Vercors’un insan tanımlamalarını karşılaştırdığım bir ödev hazırlamıştım. “İnsan aşılması gereken bir varlık mıdır, yoksa olunması gereken mi?” Şimdi dönüp baktığımda kıyaslama ölçütüm yine geometrik yöntemdi. Varoluşçuluğa hiçbir zaman daha ötesinde bir ilgi de geliştirmedim açıkçası. Bununla birlikte “Çerçici” ontik bir metin. Yineleyecek olursak “adlandırmanın ontolojisi” üzerine kurulu, ancak yazarken bir akımın içinde kendime yer edinmek gibi bir kaygım olmadı. Hiç düşünmediğimi de ilave edebilirim. Bu türden kaygı güdenler var mıdır? Onu da bilmiyorum. “Çerçici”nin varoluşsal boyutu, ontolojinin bir roman konusu olarak seçilmesinden ibaret. İleride filozoflar ya da edebiyat tarihçileri onu bir yerde sınıflandırırlarsa, bilemem. İşin bu boyutunun benimle bir alakası yok.

Son olarak yeni kitap projelerinizden bahsetmenizi istiyoruz, var mı yeni şeyler? “Çerçici”nin benzerleri ya da devamı gelecek mi?

“Çerçici”nin devamını kendi içerisine yazdım. Biraz önce bahsetmiştim. Bir anlatıyı kurarken pek çok bileşen üzerinde düşünüyorum. Sağlam bir hikâye, anlatı yapısına ilişkin estetik kaygılar ve bağlam. Şu an mikro düzeyde hikâyelerle ilgileniyorum. Bununla birlikte tekrar bir novella yazacak olursam büyük bir ihtimalle felsefi bir boyutu olacaktır. Sonuçta metinler yazarın kişiliğinden bağımsız düşünülemez.

Hocam zaman ayırdınız, çok teşekkürler. Son sözlerinizi alalım…

Bir felsefe aşığıyla röportaj yapmak harikaydı. Ben çok teşekkür ederim.

Can Murat Demir

Editör (CMD)
Editör (CMD)http://www.felsefehayat.net
Yazılarını Mavi Melek Edebiyat Topluluğu, Düşünbil gibi dergilerde yayınlama fırsatı buldu. FOL Kitap öncülüğünde bazı kitapların hazırlanmasında görev aldı. Bu kitaplardan bazıları "Sorunsallıkta Yaşamak", Jan Patočka, Plotinos, "Tanrı, Ruh ve Mit", Henri Bergson. 2009 yılından bu yana felsefehayat.net'in (kurucu) editörlüğünü sürdürmektedir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

DİĞER YAZILAR