Senin ellerinde gümüş zambak gülüşlerin var
Yüzüme imza tutan esmer altın kırbaç dokunuşların
Bağrında tomurcuklanan, umudun sallanan başaktan dirliği
Baharı haykıran ruhununun mezardan kalkan perçemleri
Yürürlükte ki yıldızların,...
kaba saba bir kasabada
şah damarına rüyaların indiği uykulardan
dört nala bir çığlıkla yetiştim hayata
fiyakalı bir yolun başında ben vardım
babamsa namert bir kalple varamadığım sonunda
çığlık gibi...
fena bir annenin şefkatiyle okşuyor
hatun saçlarımı
boyası akmış saçları
ve iri gözleri
yüzümde dolaşıp duruyor
bir asker kadar azgın
ve şehvetli
ve emin
ikimizde
ceplerimizde kuruş olmamasını
ya da televizyonda
palmiye ağaclarının gölgesi altında
dans...
Bu gökler ben doğarken temizdi; dönüyorum
Yeryüzü esrarlıydı, sessizdi; dönüyorum
Usul usul sıyırıp kan kokan elbisemi
Yüreğimin irinli hücrelerini bırakıp
Dönüyorum şekilsiz bir kamburla sırtımda
Ağlayanlara sundum zehir dolu...
Yaşadığımız dönem gereği modernite kaçınılmaz bir son. Gün geçtikçe sözümona modern bir hal almaya başlıyor insanlık. Modernite insanı sarıp sarmalayan büyük bir çarka ev...
Konuşmuyordu. Konuşamıyordu. Konuşamamak bir eylem sayılabilir miydi? Hayır, tabi ki. Sessizlik bir üretim olabilir miydi, belki. Bu bir üretim süreci olsaydı doğal olarak ortaya...
üzerimizde hafif bir gökyüzü;
yıldızlara perde…
bir geçişin iki ayrı yansımasında,
aydınlıktan, karanlıktan yüzü…
üzerimizde hafif bir esinti;
rüzgar unutkanlığında,
belki geride kalan parçalarında.
bir yağmur savrulurken,
üşümek kadar doğal amansız sevda…
sözsüz...