Gece

Bu gece, o geceydi. Saklanmayacaktı, içindeki ihtiras çanları kulak zarını patlatırcasına, yeri yerinden oynatırcasına çalıyordu artık. Kendini göstermeyi sevmiyor olmasına, yıllardır içinde oturduğu tahttan kalkmayan ekselans tavrına ve bunun doğurmuş olduğu katır inadına bir çırpıda çöpün dibini boylatarak yola koyuldu.

Saçlarını uçuran rüzgara rağmen kendi kalp atışlarını dinlediği sert tempolu müzikle senkronize edebilecek kadar hissediyordu. Yürümüyordu aslında, tırmanıyordu. Everest’in tepesine tırmanıyordu. Ya zirveye ulaşıp dağın efendisi olacaktı, ya da tırmandığı hız dörde katlanıp onu süratle dağın eteklerine yuvarlayacaktı. Yeni tanıştığı, ele avuca sığdıramadığı bu coşkuyu besleyen tırmanışın sonunda onu neyin beklediğini bilmiyordu. Bu kalabalık, sigara dumanından dolayı sisli, ses tellerini zedelemeden derin bir diyaloğa girilmesi imkansız barın içinde onun dikkatini çekmek samanlıktaki iğneyi bulduktan sonra gözden kaybolmaması için üzerine bir de spot ışığı kurmak kadar alengirli bir proje olacaktı.

Ona baktı, baktıkça hipnotize oldu. Rahatlığıyla ve iletişim kurma yeteneğiyle bilinirken bir anda donup kalmıştı. Onu bu tutukluğa iten süper egosundan bir süreliğine de olsa kurtulabilmek için önündeki bar tezgahında duran bütün artık kokteylleri vakum makinası gibi bir çırpıda içti. Ayakta duramamayı göze alarak ona doğru yürüdü. Yüzündeki o değişmeyen donuk ifadeyi uzun uzun seyretti. Bakışları içine işliyordu adeta. Bu buz gibi kapalı kutunun bir bakışının içinde nasıl bir kıvılcım gizliyse içinde yangınlar çıkarmaya yetiyordu. Belki de gerçekten samanlığın ortasında spot ışığı ile devleşmiş bir iğneydi o. Dokunduğu an kanatacaktı ya da delik deşik edecekti parmaklarını.

Korkmuyordu, istese de korkamıyordu, tek odaklanabildiği o solgun yüzüne tezat kan kırmızı dudaklarıydı. O dudaklar sevmeyi öğretsin, o dudaklar acı çektirsin, o dudaklar onu sahiciliğin merkezine götürsün istiyordu. Yavaşça elini kaldırıp işaret parmağını gezdirdi alt dudağında. O karanlıkta göremese de bu minicik dokunuşun oluşturduğu mikroskobik tebessümü en derininde hissetti.

Bu tebessüm, kilitli kapıyı açmak için anahtar çevrildiğinde duyulan ”klik” sesiydi. İçeride onu neyin beklediğini bilmiyordu, Çırağan Sarayı da olabilirdi, Çernobil’den geriye kalan terk edilmiş toksik bir ev de. Bir önemi de yoktu, o her koşulda içeri girecek, orta yerine bağdaş kurup oturacak ve her bir uzvunu yer altından çıkan sarmaşıklar sarmış gibi bir daha kalkmayacaktı. Hiçbir kokteyl bu sarhoşluğa eriştiremezdi onu. Asıl zaptedilemezlik, asıl şuursuzluk buydu.

Buzla ateşin birleşim noktası olan o muazzam varlık eliyle onun belini kavrayarak kulağına :” İçeri gel…” diye fısıldadı.

Bar boşaldı, müzik durdu, zaman durdu, hayat başladı.

Deniz Baran

Konuk Yazar
Konuk Yazarhttp://www.felsefehayat.net
Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız makalelerinizi themetallords@hotmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır.

1 Yorum

  1. Normalde bu kadar makaleyi okumam başını okur geçerdim :) ama cidden çok güzel döktürmüşsün emeklerin için teşekkürler. başarılarınızın devamını diliyoruz.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

DİĞER YAZILAR