Ana SayfaYazarlarKonuk YazarKırık Camlı Oda 

Kırık Camlı Oda 

Karanlığın bütün şehri kucakladığı, dolunayın etrafı somurtkan bir yüzle izlediği, aralarında savaşa tutuşmuş yıldızların birbirine sırt çevirdiği, katil rüzgârın dışarıda aman vermeyen bir takiple av peşinde koştuğu, kimsenin dışarıya adım atmak istemeyeceği türden bir geceydi. Dışardaki habitatı bozulmuş ağaçların dalları, dur durak bilmeyen borayla bir sağa, bir sola yatıyor, yerdeki toz bulutunu göklere kadar çıkarıyordu. Sokak lambalarının Haçlı Seferleri sırasında kullanılan aydınlatma araçlarını andıran çağdaş ve modern ışığı karanlığa yine aynı  şekilde karanlıkla cevap veriyordu. Belki de bu yüzden uğultu şeklinde ne taraftan geldiği bilinmeyen bir ses ortaya çıkmış ve bilinmez bir esrar baş göstermişti. Bu uğultu, bir zamanlar caddelere yol boyu sıralanan oturmak isteseniz yer bulamayacağınız o işlek kafelerin masalarını sağa sola devirmişti. Yine bir sıralar, zengin beyefendilerin kolunda gezen genç hanımefendilerin girmeden edemedikleri lüks restoranlarda, girişe asılan parlak tabelaların da bu sesin sahibine mağlup olduğu yerde sürüklenmelerinden anlaşılıyordu.

Dışarıdaki bu hadiseler öyle bir hal almıştı ki sıcacık yorganlarının içinde beden ve yüreklerini ısıtan insanları dahi amansız bir korkuya sürüklüyordu. Pencerenin kenarında küçücük ellerini çenelerine koymuş, bazen gözlerini kapayarak, bazen de titrek vücutlarıyla iç geçirerek, dışarıyı izlemeye koyulan çocukların yüzlerinde oluşan beyazlık, yetişkinlerin evhamlarına karışarak bir şehrin ruh haletini gözler önüne seriyordu. Ancak uzun süreli sessizliğin hâkim olduğu yerlerde görülebilecek o dağınıklık ve terkedilmişlik duygusu, bu şehirde insan hareketinin uzun süredir görülmediği sonucunu doğuruyordu. Doğanın şehre ve insanlara karşı bu başkaldırının özünde, gecenin ilerleyen saatlerine doğru yaşanacak günahlar yatıyordu.

Bu gizemli havada ev ev gezip kendimize kalacak bir yer bulmaya çalışıyoruz. Bu girdiğimiz kaçıncı ev oldu, hatırlamıyorum. Beğenmediğimizden mi? Hayır, bütün dünyanın baş eğdiği paranın yüzünden. Bu sefer başka bir ev sahibinin arkasından ilerliyoruz. Her ev bizim için yeni bir umut…

Duvarlarda gazete kâğıtları, kırık yaylı yataklar, kapıların eskiliğini dillendiren gıcırdamalar, beter bir rutubet kokusu, koltukların üzerindeki yırtık desenler… Evin bu halinden tiksinsem de ancak bu eve yetecek paramın olduğunu bilmem, parmaklarımı şakaklarıma doğru götürerek derin bir iç geçirmeme sebebiyet verdi. Parasızlık hayatımdan daha doğrusu hayatımızdan hiç bir zaman eksikliğini hissettirmeyen bir belaydı.

Karşımda duran, zümrüt rengi gözlerinden yaşlar akmış, kısa boylu, siyah saçlı, gösterişsiz kıyafetleriyle beni izleyen genç kız, benim karım. Bu genç yaşına rağmen beyaz yüzünde kırışıklıklar görülüyor. Büyük feryatların koptuğu ruhunda, kötü talihine dair bir sitem olsa da yüreğindeki aşk bunları yok etmeye yetiyor. Bana karşı beslediği sonsuz bağlılığa karşılık benden duymayı beklediği tek bir sevgi sözcüğü onun belki de hayattaki tek amacı… Onu hiçbir zaman sevdiğimi söylememiştim çünkü sevmiyordum. Sevmediğim halde, gözlerindeki zümrüte karışıp, kulağına sahte aşk sözcükleri fısıldamam, aşkın kutsallığına aykırı değil miydi?

İnsan sevmediği biriyle nasıl aşk oyunu oynardı?

Yaşlı gözleriyle bana odaklanmış karımın bir gülümsememle bütün dertlerini ve tasalarını unutup hayatının en mutlu anını yaşayacağını biliyordum. Fakat ben tam tersine ona karşı zalimce davranır, kalbini kırardım. Her gece yatmadan önce bir çocuğu aratmayan sesiyle iç çekerek ağlardı. Suçlu psikolojisiyle yanına gidip özür dilediğimde ise bana hayranlıkla bakarak, özre gerek olmadığını söylerdi. Bazı zamanlar ise tüm bu yaşadıklarımızı unuturduk. Erkekliğin verdiği tabiat ile yatakta ona sıkıca sarılır içimdekileri dökerdim, hatta ağlardım. Böyle zamanlarda bütün gecesini yatakta beni dinlemeye adardı. Sonra da yaşadığı yorgunluğa yenilip, güzel yüzünü yastığın sıcaklığına gömer, tatlı rüyalara dalardı. Ben de o sırada bu kimsesiz kızın uykudaki siluetini izlerdim.

Peki, ben kimdim? Ondan çok mu farklıydım? Hatalarının sonuçlarına katlanan bir günahkâr mı? Yoksa hayatı boyunca ihtirasları peşinde koşan bir asilzadenin alçakça bir oyun sonucu yere indirilen görüntüsü mü? Hangisi? Hayır, hiç biri değil.

Gözüme karşı odanın penceresi takılıyor. Pencerenin camında, aşağıdan yukarıya doğru uzanan kıvrımlı, büyük bir çatlak var. Bu çatlağın tam merkezinde ise işaret parmağı büyüklüğünde boşluk… Ev sahibemizin anlattığına göre bir eylem sırasında havaya sıkılan kurşun camı bu hale getirmiş. Zemine kadar uzanan perdeler odaya dolan soğuk rüzgâra engel olamıyor. Zihnim gelgitler içerisinde sarsıntı halindeyken hatırlamak istemediğim geçmişim gözlerimin önünde canlanıyor.

3 yıl önceydi. Üniversiteyi yeni bitirmiş, üstelik iş bulmuştum. Zengin ailelerin çocuklarına yabancı dil dersleri vermeye başlamıştım. Arada sırada ufak tefek çeviri işleriyle uğraşıyordum. Allah biliyor ya, para sıkıntım yoktu. Zamanımın çoğunu bir kere yüzünü görmeye binlerce canlar feda edeceğim, her gün odama gittiğimde kurduğum mutlu hayallerimde yer edinen, sevdiğim kadın yani nişanlım ile geçiriyordum. Kardeşiyle birlikte yaşıyordu. Annesini ve babasını trafik kazasında kaybetmiş olması sebebiyle küçük kız kardeşinin her şeyiyle yakından ilgileniyordu kısacası ona annelik yapıyordu. Evlilik planları kuruyorduk. Hani şu dışardan görenlerin hayalini kurduğu, imrendiği bir mutluluk var ya! İşte biz onu avcumuzun içinde tutuyorduk. Her buluşmamızda el ele tutuşur, küçük çocukların izledikleri çizgi film kahramanlarının bir gün karşısına çıkacağını beklemesi gibi tutarsız fakat bulutlar kadar tertemiz hayaller kurardık. Mesela tek katlı, çevresinde mis kokulu çamları olan, küçük balkonundaki yumuşak koltuğuna oturduğun sırada yüzünü tatlı bir meltemin okşadığı, huzurun dört bir köşeden bizi izlediği bir ev düşlerdik. Evin önündeki yemyeşil çimlerin üzerinde küçük bir çocuk koşardı. Sevdiğim kadın şirin mutfağımızdaki işlerini bırakıp, yanağıma bir buse kondurarak, bana çay isteyip istemediğimi sorardı. Yüzüme ağır ağır bir gülümsemenin yayıldığını hissederek “isterim” derdim. Diyecektim…

Bu güzel hayallerle geçen günlerimizi yaşayabilmek adına evlenme dairesinden gün almaya karar vermiştik. Şehir meydanındaki anıtın karşısında büyüleyici çehresiyle beni bekliyordu. Fransız konteslerini kıskandıracak beyaz elbisesinin altındaki gösterişli endamı, pudrasız bembeyaz yüzündeki kırmızıya boyanmış dudakları, sağ gözünü kapayan sarı saç tutamları ve sürekli açılıp kapanan kirpikleri, onun ustaca yapılmış bir tablodaki göze çarpan büyüleyici motifleri gibiydi. Beni görmesiyle yüzüne yayılan mutluluk, yağmurdan dolayı üşüyen bir evsizin kendine sığınabilecek bir yer bulmasındaki duyduğu sevinç kadar büyüktü.

Birbirimize koşarcasına yaklaştığımız sırada, bir barutun keskin ve delici sesi kulağıma doldu. İkimiz de olduğumuz yerde kaldık. Etraftan kadınlara ve çocuklara has o bilindik çığlıklar yükselmişti. Göremediğim bir silahtan patlayan barutun kesif kokusuna, biraz sonra elden avuçtan kayacak bir canın yarasındaki kan kokusu karışacaktı. Ölen zavallı her kimse sersem bir kurşunun hedefi olmuştu, bunca zaman yaşadığı her şey sona ermişti, bitmişti, tükenmişti. Bu zavallı her kimse ona acıyarak, sevdiğim kızın yanına doğru gitmeye koyuldum. Yüzünde donuk, şaşkınlık ile karışık korkunun ifadesi vardı. Bir gülü andıran dudakları titriyordu. Sanki bir şey söylemeye çalışıyor da beceremiyor gibiydi. Ben daha ne olup bittiğini anlayamadan dizlerinin üstüne çöktü. Bu patlayan barutun ona denk gelmiş olabileceğini düşünmek dahi istemiyordum. Bağırdım, cevap vermedi, yalnız donuk gözlerle bana bakıyordu. Uzun uzun ve hırıltılar içerisinde nefes almaya çabalıyordu. Dizlerimin üstüne yattığında ellerinin ve yüzünün bir ölününki kadar soğuk olduğunu hissettim. Yoksa… O… Hayır, olamazdı. Bu bizim başımıza gelemezdi. Bu Allah’ın belası kurşun bizim hayatımızı mahvedemezdi. Onu kaybedemezdim. Fakat hayır, işte orada! Hiç bir prensesin sahip olamayacağı incelikteki güzel ensesinde bir… Bir kurşun yarası var… Beyaz elbisesinin arkasında bulunan fermuarlı kesimde narin omuzlarından başlayarak önce sırtına sonra da beline kadar hızla inen kan zerrecikleri.  Asfaltın kirli zemini kırmızıya boyanmış!

Çevrede kim varsa bağırdım, çağırdım içimdeki öfkeyi kustum, isyan ettim. Kimse koşup gelmedi… Ellerim, bacaklarım kilitlendi ne yapacağımı bilemez halde ambulans çağırmayı akıl ettim. Ama numarasını dahi unutmuştum.

Artık nefes almıyor sanki! Hayır, hayır alıyor! Lütfen, bana cevap ver; aşkım, nurum, gökteki kamerim, lütfen yaşayacağımız günlerin hatırına beni bırakıp gitmediğini söyle… Allah’ın belası insanlar siz ne işe yararsınız, izleyip durmayın da bize yardım edin! Ben buradayım, iyileşeceksin, güzel Kleopatram hadi bana bak!

Ela gözlerini yavaş yavaş kapamaya başladı. Buz gibi üşümüş tenini sıcak öpücüklerle ısıtmaya çalışsam da olmadı, yetmedi, beceremedim. Artık nefes almıyordu. Ölmüştü. Hem de yenilen bir gladyatörün asilliği içerisinde, güzelliğinden hiç taviz vermeden… Kaderin kurşununa mağlup olmuştu. Dünya ikinci bir Afrodit’ini kaybetmişti. O halde benim yaşamamın ne gereği vardı? Tek bir kurşun da kendi enseme çakıp, bitip gitmek gerekmez miydi? Olmadı, yapamadım. Gözlerimden boşalan yaşların beyaz elbisesindeki kan lekelerine düştüğü görmek ne kadar acı verici. Sanki bu gözyaşlarında gencecik bir kızın heba oluşuna, bugüne kadar yaptığı her şeyin kahpece sonlandırılmasına karşı bir sitem var.

Ertesi gün öğrendim ki bu kurşun barış ve kardeşlik mesajları veren bir mitingde patlamıştı. Katil, haydut, maganda, terörist ne derseniz deyin… Bu asil kadını, benim beyaz yüzlü Kleopatra’mı öldüren kurşunun sahibi dünyaya gelmiş en aşağılık kimseydi. Polis bu işin sorumlusu olarak kimseyi bulamamış ve kimseyi tutuklayamamıştı. Bu da sırtıma indirilen keskin, öldürücü bir bıçağın saplanması gibi bir şeydi. Defin sırasında mezarı başında oturan, ağlamaktan kan çanağına dönmüş yeşil gözlerini havaya kaldırıp dua eden bir kız gördüm. Onun kız kardeşiydi. Evet, o bana ondan kalan tek canlı hatıraydı. Ben de ölürsem öksüz, yetim, üstüne ablasız kalmış bu küçük kız ne yapardı? Bu kimsesiz kıza sahip çıkmalıydım, onu öylece görmemezlikten gelemezdim. Onu yanıma aldım.

Beraber yaşamaya başladıysak da bir kaç gün sonra evimden kovulmuştum. Üstelik işimi de kaybetmiştim. Kimse evli olmayan bu çifte evini açmıyordu. Bu nedenle evlendik. Bana günden güne âşık olmaya başladı. Bense, onu geçmişten bir hatıra, küçük bir kardeş, zavallı, acınası bir kızdan öte görmüyordum. O da bunu biliyordu,  fakat ilk günden beri, bu koruyucu kahramanına karşı yüreğinde oluşan sonsuz aşkın sönmeyen dumanı onu hiç rahat bırakmıyordu. Her şey ne kadar da çabuk geçip gidiyordu. Şuan karşımda duran gözü yaşlı kız, ölen nişanlımın kız kardeşiydi.”

Bir anda tüm geçmişe ait izlerden kurtularak, eşimin genç kızlara has o titrek ve canlı sesiyle “Ferhat’ım!” dediğini duydum.

Düşünceli gibi görünen boş bakışlarımı kederli bir şekilde ona çevirdiğim sırada gözlerinde o hala bitip tükenmeyen umudun ışığıyla, bu berbat evde bile benimle seve seve oturmak istediğini anladım. Birkaç saat sonra ev sahibemizle anlaşıp viraneye taşındık. Şimdi önümde noktalar halinde yayılan şehrin ışıkları… Kırık camdan içeriye giren soğuk hava saçlarımı uçuruyor… Bağdaş kurarak oturduğum, halısız mermer zemin üzerinde, durmadan titreyen bacaklarıma hâkim olamıyorum, dişlerim takırdamaya başlıyor, bu sırada ellerimi birbirine sürterek ısınmayı deniyorum.

Genç karım daha taşınalı bir kaç saat olduğu halde yeni evimizdeki kümes genişliğindeki mutfağımızda bazı küçük işleri yapmaya koyuluyor. Beni gördüğü zaman kırık camlı pencerenin önünde titreyen suretime bakarak o ince sesiyle : “Çay yapacağım, ister misin?” diye soruyor. Bu soruyla dudaklarım titremeye, yüzümdeki bazı uzuvlar seğirmeye başlıyor. İçimdeki derin hüznü konuşturmaya kelimeler yetmez. Konuşamıyorum, kilitlenip kalmış ağzımdan büyük bir güçlükle çıkan “istemem” sesi boş odada yankılanıyor.

Emre Furkan Özdemir

Konuk Yazar
Konuk Yazarhttp://www.felsefehayat.net
Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız makalelerinizi themetallords@hotmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır.

3 YORUMLAR

  1. Furkan bey betimlemelere çok fazla yer vermişsiniz.Onun dışında olay örgüsü çok güzel.Sürükleyici bi makaleydi.Bir solukta okudum.Teşekkürler …

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

DİĞER YAZILAR